Ana içeriğe atla

Sapere aude!


"Yüreklice düşün!
Gir bu yola seve seve!
İyi yaşamayı sonraya bırakan kimse,
yolunda bir ırmakla karşılaşıp da, akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer.
Oysa ırmak hiç durmadan akıp gidecektir."

Ne tuhaf.
Tüm cenaze boyunca bunu söyleyerek dolandı etrafımızda mezar bekçisi, misafirini bir an önce
ülkesine istiyordu belli ki. Oysa biz, hepimiz onu vermeye hiç de niyetli değildik.
Belki de bu yüzden söylediklerini dinlemeye hiç de meyilli değildik.
Ne tuhaf.
Her şeyin kontrolümüz altında olduğunu sanarken, aslında tek nefes sonrasının bile bize ait olmayışı.
Bunu bilirken dahi hala öyle değilmiş gibi yaşayabiliyor oluşumuz.
Toplansak hepimiz mezar bekçisinin hakkından gelir, vermeyiz işte şu kutuya sığdırdığımız koskoca
ömrü ama öyle bir akış var ki nereye diye soramayacak kadar sürükleyen bizi.
Beş dakika önce sana olan sevgisini okuduğun gözbebekleri, beş dakika sonra boşluğa bakan cam boncuklara dönüşüveriyor. Soğuk, anlamsız, ruhunu yitirdiği alenen ortada. Peki nasıl? Nereye gidiyor vücut dediğimiz makineyi çalıştıran varlığına dair kanıt bulmanın bile zorlu olduğu o ruh dediğimiz şey. Beyinde yaşamıyor, kalpte de belli ki. Öyle olsa bilim çoktan bilmez miydi ölümsüzlük nedir, ne değildir? Neyin neyzenine üflediği ruhun havaya akışı gibi gün oluyor bir anda ezgi olup karışıveriyor sonsuzluğa o ruh denen şey de işte. Ve neyden sonsuzluğa üflenmiş hiçbir melodi nasıl bir daha geri gelmiyor ise ruhun gözbebeklerinden sızdığı yeri de asla bulamıyoruz. Annem çocukken ölüm ayak bileklerinden başlar, ruh vücuttan ayaklardan kalbe doğru çekilmeye başlar vücudun soğukluğu kalbe ulaştığında ise ölüm gerçekleşir demişti. Uzun bir süre ne zaman ayaklarım üşüse ayak bileklerimi kontrol ettim çocukken acaba ölüyor muyum diye. Sonra vücuda sıcaklığı veren şeyin ruh olduğunu düşündüğümde ise mutlu oldum ve ne zaman mutsuz olsam o yüzden üşüdüğümü sandım. Ruhumun hasta olduğunu ya da ölmek üzere olduğunu düşündüm ve galiba bundandır soğuk havaya hiçbir zaman çok ısınamadım. Ama cenaze törenleri her nerde hangi havada olursa olsun soğuğu ya da sıcağı hissetmeyecek bir yere taşıyordu ruhumuzu ki yas tutarken asla hiçbir şey hissetmiyordu insan kaybının geri getirelemezliğinin acısı dışında. 
Bulunduğumuz mezarlık şehrin en büyük mezarlığı olduğunda camide cenaze namazı kılınırken önce erkeklere, sonra kadınlara ayrı ayrı iki tane cenaze namazı kılındı. 
Eskiden mezar taşı varken şimdilerde tekerlekli demirden taşıma aparatları üzerinde sıralı bekleyen tabutlar, hayatlarında birbirlerini hiç görmemiş insanlar olabilecekken belki geçen hafta aynı metroda yan yana oturdular. Yanlışlıkla birbirlerine çarptıkları için özür dilediler ya da trafikte birbirlerine bağırdılar, sollama yarışına girdiler. Aynı marketten alışveriş yaptılar, birinin raftan beğenmeyip bırakıp gittiği kitabı diğeri alıp okudu ve hayatı değişti. Ama işte hepsi şu an tam da yan yanaydılar. Aynı cenaze namazını paylaşan kader ortağıydılar ama hiçbirimiz bilmiyorduk bir yerden bizi izleyip izlemediklerini ya da birbirleriyle tanışıp ay ne ağladılar boğdular bizi de deyip demediklerini. 
Ne çok bilinmezlikler içindeyiz oysa. 
Ama hiç öyle değil gibi yaşamaya olan hevesimiz ise ürkütüyor beni. 
Çünkü evet belki ölünce ne olacak bizeyi keşfedememe şansımız çok yüksek ama ölümün zamansızlığını bildiğimiz halde erteleme alışkanlığımız. Korkunç.
Yarın arayacağım söz, yarın geleceğim söz, yarın özür dilerim söz, ne kadar çok söz veriyoruz kendimize ve başkalarına. Oysa bir yarın var mı sahip olduğumuz ya da dünyada sahip olduğumuzu iddia edebileceğimiz tek şey var mıdır ha? Bir çöp, bir kalem ya da masa. Hangisi gelirdi bizimle mezara.
Sadece ruhun taşıyabildikleri bizimle oysa.
Sadece ruhumuz kadarız.
Sadece ruhumuzda kalan izler kadarız hem de.
Yani şimdi sen seviyorum deyip ama yarına gelirim diyorsun ya.
Gelme.
Yarın yok çünkü.
Ruhumda izin var ama yarın yok.
Garip olan ne biliyor musun? Bir zamanlar çok sevdiğim bir yazarın cenazesinde bir arkadaşım "ne acı, ömrünce kitapları için hayatını feda etti, oysa yanında tek götürebildiği bir kalp ağrısı" demişti.
Ne çok düşündüm bu sözü.
Kendinden ve tüm insanlardan nefret edip bunu bilmeyen birinin -yani o sevdiğim yazarın- ölümünden sonra kitaplarında yaşamaya hevesli olması çok garip gelmişti. Canlıyken de yaşayamamıştı ki, öldükten sonraki yaşama hevesi ne kuruydu.
...
Şimdi yine başka bir cenazede ağlıyorduk. Bu sefer ölenle birlikte kalbimi de en derinlere gömmek zorundaydım. Ömrümce kimseyi bir daha böyle sevmeyeceğimi ama bir şarkı kadar bile sevilmediğimi bildiğim birinin cenazesinde. Herkes halime o kadar üzülüyordu ki. Bense yarına bırakılan sözlerin mağduru olmakta ustaydım. Ömrüm asla gelmeyeceğini bildiğim adamlara aşık olmakla geçmişti. İlki babamdı, sonrası yok. Yarın yok ya çünkü ben hep bugünü aradım beni görmeyen gözlerde. Bir arkadaşım bu durumu "Michalengelo" nun heykellerine benzetmişti. Sen onlar gibisin, herkesin ilham kaynağıyken kimsenin içinde gizlenen acıyı bilmek istemediği ve sahip olmak istemediği Pietà gibi. Abartıyordu belki. Ama şarkılar ve kitaplar öyle demiyordu. Kimseye kızmıyordum da. İnsanlar eskiden beri cadılar ve deliler hakkında yazmayı, onlara aşık olmayı severdi. Ama bunları okur ve dinlerken onların gerçekten sevildiğine inanarak büyüyen biri için gerçeğin bu kadar acımasız olduğunu öğrenmek korkunç gelmişti. Tabi bu durumda kadın bedenine dokunduğunda ona tamamıyla sahip olduğunu sanan o koca krallarında suçu vardı. Seviştiği her kadını kölesi sayan. Oysa yüzyıllar seksin yalnızca erkekleri köleleştirdiğini kanıtlayan hikayelerle doluydu. Yine de varsın öyle sansınlar dedim ve çevirdim kafamı. Bugün ne çok cenazeye katılmıştık böyle.
...

Neyse. Susmalıyım. Başlamıştık işte oysa anlatacak ne çok şey vardı. Omzuma dokunup bırakmalısın dedi mezar bekçisi.
Bir mezar bekçisi vardı, bir de biz süpürgeliler bu kez.
Herkes birbirine aşka olan inancını kaybetme derken tüm mezarlık gömdüğümüz kalplerle doluydu.
Biz sevilmeyi hakedenlerden değildik. İsyan etmek için doğmuştuk. Sihirli sözlerimiz, sihirli dudaklarımız ve sihirli yataklarımız vardı. İstersek dünyayı yönetebilirdik de... ama biz tiranlara benzemek yerine eşitliği savunan cadılar olmayı tercih etmiştik ve bu yolda yakılmak umrumuzda bile değildi.
O zaman neye üzülüyorsun dediğinizde ise uzunca bakın derim bu mezarlıktaki isimlere.
Burada yatan herkes dünyada aşkın yeşerteceği umudu taşıyan krallar olmalıydı ve taçlarını atmalılardı en derin denizlere.
Ama onlar aşkın krallığı altında yatan özgürlüğü seçmek yerine hazinelerine ve kölelerine olan hırslarına yenildiler. Ve şimdi gömüyoruz onları kalbimizle birlikte. Herkes bizi de ölmüşten sayacak ama öyle değil.
Bizler iyiyle kötünün arasında yaşayanlarız. Kötülükten bile caymasa severiz hep o en sevdiklerimizi de. Üzüldüğümüz biz gittiğimizde yani onları bıraktığımızda "iktidarlarından mezarlıklara" bir daha asla doğru yolu bulamayacak olduklarını bilmemiz. Üzüntümüz kendimize değil, sevgiden korkmamayı öğretemediklerimize. Yarını bekleyip bugünü yaşamayı bilmeyenlerinize.

Bir, iki, üç ve tüm asalar göklere...
Küller küllere, ateşler denizlere.
Ey gönlünü iktidarına kurban etmiş sevgili.
Ölüler diyarında iyi bak kendine.
Çünkü artık ne şarkılar, ne de kitaplar seninle.
Yalnız o koca kara ruhun ve yalnızlığın.
Selametle.




Yorumlar