Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yunan'da buluşalım mı ?

Gülerken deliler gibi koştular.  Bir yandan yağmur yağıyordu ama gözlerinden gülmekten gelen yaşlar da yağmur gibiydi ya işte. Beyaz sıva duvarlara çarpa çarpa üzerlerine kireç tozu bulaşa bulaşa koşturuyorlardı dedeye yakalanmamak için. En son mahalle muhtarını görünce Deli Yaşar'ın ahırına giriverdiler. Neyseki köylerde hala kapılar kilitlenmiyordu. Neyseki köylerde hala insanlar ahır ve ev kapılarının altına kediler istediklerinde girip çıksın diye kedi kapıları yapıyordu.  Oracıkta buldukları saman yığının üzerine yayılıverdiler. Sonra bir kez daha bu hallerine güldüler. Tam da köy ve saman fantezisi değil miydi işte bu. E kocaman insandı ya bunlar bir de okumuş etmişlerdi sözde yine düşmüşler miydi aynı mitin içine, içine. Sürüklenmişler miydi aşkın peşine, peşine.  Ama hala gülüyorlardı.  Çünkü biraz önce kızın azıcık yaşlılıktan hasta dedesi sırf sarışın diye oğlanı Yunan sanıp evi yakacak diye bastonla kovalamıştı. Kız bir yandan gülerken bir yandan e dede fena mı

Sonsuz Komedya

Yalnız gezgin ruhlar içindir.  Çadırın kapısında böyle yazıyor diye ne söylenmişti Homeros. Neymiş: bize gelen adam ne anlarmış bizim felsefemizden, işimiz gücümüz olduğundan fazlasını beklemekmiş insanlardan. Paramıza bakmalıymışız paramıza. Paranız yoksa yazdığınız kitabı bile basmazlar, siz hala aforizma kovalayıp durun diye başımızın etini yedi tüm yaz. Çadırların işletmecisine Homeros deme sebeplerimizin başında tabiki yer yer çadırın esas sahibinin ağzından konuşması geliyordu. Yani para kasasının insanlaşmış hali. Çünkü insani olarak bize katıldığı konularda dahi başka türlü kararlar alıp bizi bir diktaya mahkum edebiliyordu. Sonraları da öğrendik ki çadır sahibine de kendi çıkarı söz konusu olduğunda bizim hakkımızda uygun olmayan şeyler anlatıyormuş. Haliyle bizim kızlar çadırında Antik Yunan'a bayılan ama Truva Atı mitini Homeros'dan değil de Thukydides’den dinlemeyi seven Coco'nun çadır işletmecimize taktığı ad buydu. Ona söylenirken işi romantizme vur

Şeylerin Münferit Diktası

"Hangi anlam yeğlenen anlam olacak?" Jamaikalı ünlü sosyolog Stuart Hall'in kaygısı bu. Onun kaygısının ve tüm insan hakları savunucularının vardığı temel nokta ise " hakikat ". Çünkü hakikatın belirlenmesi talep ve uygulamalar için temel sağlayacaktır konu insan hakları ise. İnsan haklarını önemli ve birincil sıraya getirebilmek için de toplumsal rızanın hakikat ile tekrar yaratımı gerekli. Burada atlanmaması gerekli bir nokta daha ise doğruluk ile hakikat ayrımı. Suavi Aydın'a göre (2017) hakikatı, olan şey olarak alabilirken doğruluk hakikatin yansıtılma biçimini ifade eder daha çok. Yani ortada olanı bilmekle onu aktarmak aynı şey olmadığı zaman kendi diktanı kurmaya tam oradan başlıyorsun demek de aynı zamanda tüm bunlar.  Her ne kadar ona Fuko deyince içimi acıtsada çok sevgili Foucault'nun Parrhesia 'sından bahsetmezsek de ayıp ederiz. Bu kavramın ilk kullanımı Antik Yunan'a dayansa da ve anlamı hakikatı söylemek olsa da Fukoc

Sonsuz Bahçe

*"Nedir aslında içimizde hakikatı isteyen?" -Anlamadım? -Uğramazdın sen pek buralara en son bıraktım artık bu işleri şehir kütüphanesindeki işime devam edeceğim demiştin, hayırdır ? -Bir kere sevdiğin bir şeyi bir daha bırakman asla mümkün olmuyor.  ... Tabi müziğin kapısı bana açık olduğu için burdayım, sevdiğin her şey seni her zaman tekrar geri kabul etmiyor. Mesela sen, beni yine kabul etmesen bu inanılmaz güzellikteki cennetine nasıl geri gelebilirdim ki değil mi ?  -Hmm. Bu hoşuma gitti seni kabul etmesem de bu aksi adamı sevmeye devam edecektin yani. (Gülüşmeler) -Neyse beni bırakalım şimdi. Bahçen eskisinden de güzel o kadar iyi bakmışsın ki kokularla sarhoş oldum.  -Al bunu iç.  -Nedir ki bu? - !!! -Tamam sormuyorum.  *"Varsayalım ki hakikati istiyoruz: neden daha çok istemiyoruz hakikat olmayanı? Ve belirsizliği? Hatta bilgisizliği? Hakikatın değeri problemi çıktı karşımıza - yoksa biz miydik bu problemin karşısına çıkan? &

Sonsuz İmparatorluk

Antik Teb Kütüphane'sinin girişinde nasıl “Ruhunun İyileştiği Yer” yazıyor ise buraya da öyle bir şey demelilerdi ki herkes korkmalıydı girmekten, çadırdaki kitaplara ilişmekten. Esas kütüphanesini karavana kurmuşlardı çinegene kampının ama lanetli kitapları yalnız dört kadın taşırdı kendi eşyaları ile. Onlar da kitapların karavanı haketmediğini düşündüklerinden yazarlarının kendi kaderlerini olmazlara terk etmesi gibi tıpkı, bu lanetli kitapların kaderini de kadere bırakmışlardı, çadırdan bir kütüphane kurmuşlardı. "Leyla bana yetiyordu. O benim sonsuz imparatorluğumdu.”  Açıp açıp bu sayfayı okuduğundan Leyla önüne gelene, kütüphanenin adı da "Sonsuz İmparatorluk" kaldı. Nasılsa bizim çadırın insanları Sonsuz İmparatorlukların ne kadar düzmece, ne kadar acılı, ne kadar korkunç, ne kadar sevgisiz olduğunu bilecek kadar yaşamışlardı. O yüzden bu ismi gördüklerinde buraya girerek neye bulaştıklarını bileceklerinden onlar için yeterince bilgilendirici bir

Yolun çiçek olsun güzel.

"Bugün korkunç bir olaya şahitlik etmekteyiz: tarih öncesi vahşilik ahlakının egemen olduğu muhteşem bir bilimsel uygarlık." Karavanda masa başına geçerken radyo kanallarıyla oynuyordu falcı kadın.  "Önemli olan kimin kim üzerine hangi etkide bulunduğu değil, karşılıklı anlam üretimiyle nasıl bir dünyanın kurulduğudur." Kapatmayı denesene dedi gel şöyle.  Tam o sırada "güzel ne güzel olmuşsun" çalan kanal denk geldi ve öylece bıraktı kadın radyoyu söz dinler gibi ve oturdu masaya: -Her geldiğinde bana kızıp gidiyorsun niye geldin gene?  -Biliyor musun ünlü bir düşünür "hakikat insanları çarpar" demiş o söylediğinde senin söylemenden daha kıymetli ne garip değil mi ?  (Gülüşmeler) -Birilerinin mekanik beyinlere de gerçekleri mekanik şekilde aktarması gerek bunu niye dert edelim kendimize? Bizim derdimiz hiçbir zaman biz olmadı, ben oldu. Herkes tamam da sen neden bunları dert eder oldun kendine? -Bir kopukluk var uy

Yatak Odası Sohbetleri

-Babana benziyor aynı bu mundar suratlı adam, hiç hazzetmiyorum. Minevsizin teki.  Televizyonda beliren, devletin başındaki adam için böyle söyledi çadırların aşçısı dönüp de eteklerinde gezen kardeşlerinin yaramazlık yapmasını engellemeye çalışan büyük kızına.  Aslında bu sözler balık baştan kokar atasözünün uzantısıydı da kimse dikkat etmedi. Egemenin mikroya yansımasını dillendiren kadını kimse filozofmuşçusuna takdir de etmedi.  Anne soğanları soydu, büyük kız çocukları susturdu.  Tanık ve Arşiv'de Agamben  “Batının siyasal modeli şehir değil toplama kampı’dır. Atina değil Auschwitz'dir.” der. Yani aşçı teyzenin kocası, teyzemizi üzse dahi mevcut siyasal düzene göre gayet etik, gayet hukuki bir amcamızıdır. Çünkü egemenin gücünü elde tutmak isteyen mikrodan makroya otorite sisteminin en başarılı mikro temsilcisidir kendisi. Bu durumda teyzemizi toplumun "Kutsal İnsan"ı (Homo Sacer) olarak adlandırmamızda da bir sakınca da yoktur öyleyse. Nerede k

Ay ışığında öptüm seni.

Otobüs şehir ışıklarından uzaklaşıp, yalnızca tek yön olan kavisli yola girdi. Bir o yana bir bu yana sallanırken, kavislerden dolayı da ara ara da zıplarken şoförün pervasız frenlemelerinden bile irkilmiyordu içindeki yolcular. Burada ölecek halimiz yoktu ya! Çünkü ölümden daha korkunç bir kaderin şahitleri, bekçileriydi hepsi. Ölümden korkmayı saygısızlık sayıyorlardı o kadere mahkumlara. Bu yüzdendir ki korkmuyorlardı belli ki koca otobüsü oradan oraya savuran şoförden de, ölümden de.  Sonra Sezen söylüyordu bir yandan: "Ayışığında oturuyorduk, bileğinden öptüm seni" Hava yeni kararmış; ay, dolunay.  Dolunay zamanı hep şunu düşünürüm: bu zamana kadar gördüğüm hiçbir dolunay birbirinin aynısı olmadı ne garip. Bu benim duygu durumumdan ya da hava durumundan filan da değildi üstelik. Karşılaştırınca hatırladıklarımı, hepsi birbirinden farklı boyda, renkte, yerde, parlaklıktaydı. Neye göre bugün de bu halini gördüm acaba diye inceden inceye bağlayacak bir şeyler