Ana içeriğe atla

Sonsuz İmparatorluk

Antik Teb Kütüphane'sinin girişinde nasıl “Ruhunun İyileştiği Yer” yazıyor ise buraya da öyle bir şey demelilerdi ki herkes korkmalıydı girmekten, çadırdaki kitaplara ilişmekten. Esas kütüphanesini karavana kurmuşlardı çinegene kampının ama lanetli kitapları yalnız dört kadın taşırdı kendi eşyaları ile. Onlar da kitapların karavanı haketmediğini düşündüklerinden yazarlarının kendi kaderlerini olmazlara terk etmesi gibi tıpkı, bu lanetli kitapların kaderini de kadere bırakmışlardı, çadırdan bir kütüphane kurmuşlardı.

"Leyla bana yetiyordu. O benim sonsuz imparatorluğumdu.” 

Açıp açıp bu sayfayı okuduğundan Leyla önüne gelene, kütüphanenin adı da "Sonsuz İmparatorluk" kaldı. Nasılsa bizim çadırın insanları Sonsuz İmparatorlukların ne kadar düzmece, ne kadar acılı, ne kadar korkunç, ne kadar sevgisiz olduğunu bilecek kadar yaşamışlardı. O yüzden bu ismi gördüklerinde buraya girerek neye bulaştıklarını bileceklerinden onlar için yeterince bilgilendirici bir giriş kapısı olmuştu. Kimse Leyla olmak istemiyordu, kimse Nuran olmak istemiyordu, kimse Sabiha olmak istemiyordu, kimse Atiye olmak da istemiyordu. Kapının girişinde yazılı olan levha tıpkı içeri girersen onlar gibi olacaksın dediğinden kimse bu çadıra ilişmiyordu. Bir ben vardım işte çadırın delisi, bir benim yolum düşerdi. 
Leyla çok söyledi "muvazenesiz" adamların yüceltildiği bu çadıra uğramazsam kendime ne iyilik edecektim, ama işte deli bu dinler mi hiç ?

Ne okuyorsun diye daldım yine yanına Leyla'nın. Yalan söylemeyeceğim hepsini seviyorum ama Leyla daha bir yakın bana. Belki de adını çok sevdiği Tanpınar'ın tamamlamaya ömrünün yetmediği ve o öldükten sonra notlarından yararlanılarak yayıma hazırlanmış son romanı "Aydaki Kadın" dan aldığını sanması hoşuma gidiyordur ondan bilmiyorum. Leyla'nın sonunu Tanpınar'ın yazmama ihtimali onu da beni de hep daha mutlu etmiştir. Bu konu ne zaman açılsa hemen bu adama nasıl anlatırsın ki mutluluğu der, alır eline kitabı başlar okumaya:

*"Onu musikinin kadehinden istiyorum; kadeh boşalıyor, susuzluğum olduğu gibi kalıyor; çünkü sanat da aşk gibidir, kandırmaz, susatır. Ben seraptan seraba koşuyorum. Her başına koştuğum pınarda muammalı çehreler bana uzanıyor; bilmediğim, seslerini tanımadığım dudaklar benimle bitmez tükenmez işaretlerle konuşuyorlar, fakat hiçbirinin dediğini anlamıyorum; ruhum dudaklarından ayrılır ayrılmaz hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. Belki onlar da bana kendi tecrübelerinden, her adımda karşılarına çıkan sert duvarlardan bahsediyorlar; 'Biz de senin gibiydik,' diyorlar. 'Hiçbir suale cevap alamazsın. Asıl olan içindeki hasrettir; onu söndürmemeye çalış.' Ve onun eski bir ocak gibi daima uyanık bulunması için kâh Ferâhfezâ Peşrevini veya Acemaşiran Yürük Semaisini, kâh Süleymaniye'nin beyaz fecir gemisini, kâh Karacaahmet'in serviliklerini karşıma çıkarıyorlar; Şerefâbâd'ın kırık mermer havuzlarına benzeyen bir yığın adı, bu hazır kalıpları içimdeki hasretle doldurayım diye bana uzatıyorlar.En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir 'olmak veya olmamak' dâvası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir. Çünkü bu dâussılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bir bugünü yaşamamız kabildir."


Bir de musiki seviyorum demiyor mu? Ah! Yaşasaydı da şu çadıra bir yolu düşseydi. Bak o zaman nasıl anlatırdık biz ona kafasına vura vura nasıldır sevmek inceden inceye. Nasıl musikiden bahsedecek kadar şiirinin olması için onu sığdıracak yüreğinin de olması gerektiğinden. Ama bunlar bilmez ah cancağazım, şarkı söylemeyi bilmeyen adam ne bilsin aşkı-meşki. O blok flütleri bi yerlerine soksunlar da azıcık şarkı söylemeyi öğretsinler şu mekteplerde. Bizi de beğenmiyor ya bunlar çingene diye bide ama en okumuşu bile falcı falcı geziyor sonra. Neden? Biz sanatın mektebinde okuduk da ondan çingeneleri ermişten sayıp bize danışıyor bu aklı yarımlar. Ah! Güneşin doğuşunu, batışını bildiğinden izlemeye korkan adam bunlar ah! Bizde de var kabahat ne diye tutuyoruz şu kütüphaneyi, yak gitsin hepsini. Nasip de, hasret de, olmaz de otur yazarları gibi. Anacım bunlar yazmayı da bilmiyor, bize olmayan dünyaları anlattıklarından biz de bunlara inanıp sevgisiz kaldık işte. Ama biri demiş buna gerçeği bak Leyla'yı konuşturuyor ya: "Yazık... Artık birbirimize hasret çekmiyoruz. Yahut birbirimizde eskisi gibi yaşamıyoruz. Musiki ve herhangi bir tesadüf bizi birbirimize eski kudretiyle getirmiyor." demiş ki biri, yazmış bu da Leyla söylemiş gibi. Ama işte büyük aşkımı anlamıyor edebiyatı kesmiş özünde bak bak bak!, kızda sanki suç. Kadın sevmiş seni de anlamamışsın Ah! Selim Ah! Mektebi yok ki aşkın öğrenesiniz. Şiir peşinde koşup aşka tapacağım diye put gibi dikmişsiniz yüreğinizin ortasına sevgisizliğinizi, putlarınıza isyan eden herkesi de kafir bellemişsiniz dönmüşsünüz kıçınızı onlara. Kafanızı vurup vurup akıllanırsınız bir gün inşallah o taştan inançlarınıza...

Leyla! Napıyorsun yine kızın kafasını şişirdin değil mi diye Nuran girdi içeri. Arkasından Atiye postişlerine elini dolaya dolaya ağzındaki sakızla sallana sallana girerken, Sabiha ise; kız biz demiyor muyuz sana çok gelme şu çadıra bize benzeyeceksin diye boynuma atladı kıkırdayarak. Hiç biri İstanbul Hanımefendisi değildi, eğitimleri aileden gelmiyordu, güçlü kadınlar oldukları için aldatılmamışlardı, güçlü adamlara aşık olup onlarla mutlu da olmuşlardı, aşk ölünce de kitapların arasına saklanmışlardı. Yürekten sevmeyi de bilirlerdi, aşk uğruna ölmeyi de, sevişirken insanın aklını başından almayı da. Onlar kendi kaderlerini yazması için birini beklemiyorlardı, kendi kaderlerini de kendileri yazıyorlardı. O zaman bu çadır da neyin nesi miydi peki ?

Buradaki Sonsuz İmparatorluk, raflarındaki kitapları hem sevip hem eleştirebilecek kadar özgür kadınların çadırıydı. "Aşk bu değil"i hatırlatsın diye vardı. Kamptaki herkes tabi hala onlara benzemek istemiyorlardı, çünkü buradaki kadınlar dünyadaki tüm delilikleri kendilerinde de varolduğundan anlayabilen kadınlardı. Onların imparatorluğunda "Kutsal İnsan-Homo Sacer"ler yoktu. Herkes olduğu gibi kabuldu. Ama kendileri kadar güçlü olmayanlar bu masallara kanmasın diye bu kitapları buraya ayırmışlardı. Biliyorlardı, onlar da divane zamanlardan geçmişlerdi de boşa harcadıkları zamanlarını bir kişi bile yaşasın istemiyorlardı. Beni bile zor kabul ettiler aralarına ama hep gözleri üstümdeydi. Ne okusam açıklarlardı, şimdi bak havalı havalı yazmış ama sen kanma "yatak döşek yattın da bir çorba mı verdi sana, ölsen haberi olmaz bunların! Bir de cenazene gelip caka satarlar seni ne çok sevdim diye. Oku da inanma gerçek olmayana"

Hepsinin yüzüne dikkatlice gülümseyerek baktım. Ne güzeldik böyle dipdiri. Bir değildik ama birbirimizden ayrı da değildik. Nasıl hepsi herkesi hala sevebilmeyi ama kendini en önce sevmeyi öğütlüyorlarsa, onların şen kahkahaları beni her zaman affedemediğim acılarda sarıverir. Kimse hayatında sana acı verecek kadar kıymetli olmasın, olacaksa da aşktan olsun der.

Peki siz çingeneler nasıl aşık olur, neye aşık olur, kime aşık olur bilir misiniz ?
Umarım birgün bilirsiniz.
...

Hemen sonra aşçının büyük kızı girdi içeri:
-Kızlar bu hafta 7 Kocalı Hürmüz'ü oynayacakmışız, şarkılı türkülü hem de. Koşun şenlik var!






*Beş Şehir / İstanbul
Ahmet Hamdi Tanpınar


Yorumlar