Ana içeriğe atla

Yatak Odası Sohbetleri


-Babana benziyor aynı bu mundar suratlı adam, hiç hazzetmiyorum. Minevsizin teki. 

Televizyonda beliren, devletin başındaki adam için böyle söyledi çadırların aşçısı dönüp de eteklerinde gezen kardeşlerinin yaramazlık yapmasını engellemeye çalışan büyük kızına. 

Aslında bu sözler balık baştan kokar atasözünün uzantısıydı da kimse dikkat etmedi. Egemenin mikroya yansımasını dillendiren kadını kimse filozofmuşçusuna takdir de etmedi. 
Anne soğanları soydu, büyük kız çocukları susturdu. 

Tanık ve Arşiv'de Agamben “Batının siyasal modeli şehir değil toplama kampı’dır. Atina değil Auschwitz'dir.” der. Yani aşçı teyzenin kocası, teyzemizi üzse dahi mevcut siyasal düzene göre gayet etik, gayet hukuki bir amcamızıdır. Çünkü egemenin gücünü elde tutmak isteyen mikrodan makroya otorite sisteminin en başarılı mikro temsilcisidir kendisi. Bu durumda teyzemizi toplumun "Kutsal İnsan"ı (Homo Sacer) olarak adlandırmamızda da bir sakınca da yoktur öyleyse. Nerede kaldı peki bunun kutsalı derseniz amcamızın bas bas bağırdığını duyarsınız köşeden: "Hanım, senin aklın ermez!"

Homo Sacer, Agamben'in mis kitabında uzun uzadıya anlattığı, "artık kurban edilemeyen ama öldürülebilen" tanımıyla Foucoult'a göre modern toplumla doğan değil, Antik Roma'dan günümüze taşınmış bir istisna halidir. Agamben'in bu tanımıyla birlikte en demokrat sistemlerin içine sızan faşizmi, yatak odalarından parlamento binalarına taşınan totaliter yapıyı oracıkta gözlemleyivermeniz de mümkün olur. Üzgünüz sayın seyirciler ama bugün Roma'yı çok sevdiğimden'ciler için kötü haberlerimiz var: "Hanım, rakımı getir!"

Agamben "batının siyasal modeli şehir değil toplama kampı’dır. Atina değil Auschwitz'dir.” demiş olabilse bile aslında Antik Çağlardaki özgürlük modelleri olarak seçilen yapıların dahi Kutsal İnsan kavramıyla faşizme yabancı olmadığını vurgular. MÖ 4000 - MÖ 2000'larda yaşan Sümer tabletlerini okurken Sümer ailelerin çocuklarıyla ilişkilerinin, günümüzdeki ailelerin çocuklarıyla olan ilişkilerine şaşıran Muazzez Ilmiye Çığ gibi Roma'nın Kutsal İnsan kavramı da aşçı teyzenin kocasıyla arasındaki uyuşmazlıkta beni öylece içine alıverir. Agamben, egemeninin şiddetten ve öldürme yetkisinden bağımsızlığının düşünülemeyeceğini ve bu halin kurucu yasanın temelindeki bir tekinsizlik hali olduğunu savunur. Egemenin gücünü ise yasadan koparılmış bir yasa gücünün olduğu bir yasasızlık alanı olarak tanımlar. Bu durumda "sen" derken bile bir ötekileştirebiliriz. Ve oluşturulan öteki "içselleştirerek dışlama"nın en güzel örneğidir. Aşçı teyze ile kocası arasında da oracıkta duruverendir:  "Hanım, sen, elinin hamuruyla erkek işine karışma!"

Aşçı teyzemizin kocasının kahvede, orda burda anlattığı hatta kendi çocuklarına bile dillendirdiği ailem, canım, namusum, evlat sevilmez mi, hanımıma kimse dokunamaz cümlelerinin alt metinlerinde egemenin mülkiyet kavramı yatar. Herkes egemenin malıdır ve bu hiyerarşi içerisinde üst mallar, alt malları korumalıdır. Ben hanımıma asla el kaldırmam cümlesini duyduğunuz adamın karısını karşınızda mor gözlerle soğan doğrarken gördüğünüzde ise Kant'ın vurguladığı "anlamı olmadan yürürlükte" olma hali beliriverir hafızanızda. Sorsak hanımını dövecek kadar çapsız adam mıdır bu? Amcaya kızmaya ne hacet, toplumun her kesiminde sistematik şiddeti gözlemlemeniz mümkündür. Balık ya bu, baştan kokuyor dedik ya işte. E sen, Seni Seviyorum derken bile ötekileştirdiğimizden bahsediyorsun,  senin böyle düşünmen çok normal de diyebilirsiniz tabi. Herkes, her şeyi söyleyebilir. Bahsettiğim normalin her zaman adil olmadığı, hukuki olananın her zaman adil olmadığı ve bundan doğan istisna halleri ve bu istisna boşluğunda sevişemeden boğulan yatak odası müdavimleri: "Hanım, banyo sobasını yak!"

Emmanuel Levinas, ötekini anlamanın mümkün olmadığını yalnızca onun hakkında bilgi toplanılabileceğini savunur. “Ötekini idrak etmek, onu ilhak etmek anlamına gelir” de der. Ötekine gösterdiğiniz hoşgörünün aslında onun üzerinde kurduğunuz egemenliğin uzantısı olduğunu savunur. Siyasetten koparılmış bir insaniyetçiliği mümkün görmez. Tıpkı mültecilere gösterilen insani yardımların, asimilasyon çalışmalarına hizmet etmeleri gibi. Çünkü egemen ötekini, kendileştirmeden sistemine kabul etmez. Aslında romantikler tüm bu faşizan, egemen hallerin aşktan bağımsız, kendiliğinden ayrılan bir yapı olduğunu düşünüp aşkı özgürlüklerin merkezine koyarak bu yapının yalnız aşkla, sevgiyle atlatılabileceğine inanırlar ve onu överler olabildiğince. Aşkı övmeyi bu yüzden direniş sayarlar hatta. Aşkı, ötekileştirmeden ziyade bir,  tek olma, tam olma olarak görürler. Benzemeden, bütünleşme. Gerçekten başarılabildiğinde haklılardır da belki ama özgürlük savaşçılarının bile yatak odalarındaki faşizan halleri, yatak odası sohbetlerini de pornografik rüyalardan kılıverir işte.  Nasıl Ayn Rand "Ahlaklı olmaya değil, onu keşfetmeye ihtiyacımız var." der, tam da buracıkta o zaman aşık olmaya değil aşkı keşfetmeye ihtiyacımız var da denilmeli belki. Çünkü yatak odalarında kurulan gaz odaları, tüm toplumu zehirleyiverir. Özgürlüğü överken toplama kampları kurma ile aşkı överken yatak odalarını yok sayma aynı amaca hizmet eder. Ama burada bizi en çok korkutan bunu bilerek yapanlar değil de aşka hizmet etmeyi gerçekten isterken birden kendini faşizme hizmet ederken bulanlar olmalıdır. Egemenden öğrendiğimiz ötekileştirme hakkımızla Homo Sacer'i olduğumuz toplumun kendimizce Homo Sacer'lerini seçicek olursak da bu bağlamda: Sevmeyi keşfetmek yerine, Seni Seviyorumculuk peşinde koşarak egemenin, egemenlik savaşına hizmet edenler topluluğu diyebiliriz. "Hanım, çayımı getir!" 

W. Benjamin, faşizmin kitlelere haklar vererek değil, onlara kendilerini ifade etme şansı vererek varlığını sürdürdüğünü söyler. "Kafka’nın “Dava”sında hukuk kapısı önünde bekleyen taşralı, kapı açık olduğu halde bir türlü içeriye giremez. Öyle ya bürokrasi korkusu bütün rejimlerin ortaklaştığı unsurdur. " Tıpkı toplumun küçük yapıları, bizim çadır kentin sözlü kuralları gibi isteyen istediğini söylemekte tabiki özgürdür. Ama söylenilenlerin bir bedeli illaki olacaktır. Sevdiğinizi söylersiniz de anlamlı bir cevap almanız için o sözlerin uyması gereken kurallar, geçmesi gereken yasalar ve sizin bir karşılığa, bir eyleme layık olduğunuzu düşünecek egemenin tümevarımcı yaklaşımının uzantısı olan Brütüs'lerin ikna edilmesi gereklidir. Gerçi kendi paradigmalarının dışında karar alınmasına makamını sarsacağından izin vermeyen egemenin hükmettiği Brütüs'lerin iknasının mümkünlüğü şaibelidir. Üstelik sonuca gelmeden daha başlangıçta aşçı teyzenin kocasına seni seviyorum demesini hayal edebilir miyiz ki, bir de bu var. Ne haddine değil mi? Niye söylesin ki böyle bir şey hem? İşte aşçı teyzenin kocasına söyleyemediği hatta hissedemediği sözler ile bu kelimeyi en çok söyleyen ama sevdiğine dokunamayan aşıkların arasında bir yerde Agamben, toplama kamplarını hukuksuzluğun mekanı olarak görmez, aksine hayatın tümüyle hukuka indirgendiği yerler olarak görür. Sen Roma'yı översin de, aslına baktığında Roma da, Auschwitz'in orta avlu meşrebidir işte. "Hanım, koş tüfengimi getir!"

Hitler, "Sözcükler, keşfedilmemiş yörelere köprüler kurar."derSahibini bilmesek ne masum ve ne barışçıl bir cümle değil mi? Bu cümleyle baksak Hitler'e yalnızca mesela, kendisini ötekiyle kurmak istediği diyalog arzusuyla yanıp tutuşuyor sanabiliriz. Onları, yani ötekileri anlamanın, anlaşılanın dillendirilmesinin aradaki bağı kurduğunu ve bunun da barışın başlangıcı olduğunu düşünebiliriz, eğer Hitler'i tanımıyorsak tabi. Peki toplama kampındaki Kutsal İnsan'ların keşfedilmemiş yörelerine kurulan köprülerin, bu insanlar "arbeit macht frei" - "çalışmak özgürleştirir" yazan kapının altında çalışarak can verirken, barışı sağlayacağını düşünebilmeyi; yatak odalarını da tıpkı kapısında çalışmak özgürleştirir yazan toplama kamplarına çeviren belirsizlik savunucuları mümkün kılmıyor mu? "Herhangi bir şeyi anlamak mümkün değil de hakkında bilgi toplamak mümkünse" ve özgürlük ancak böyle mümkün olabilecekse tam da özgürlüğü savunurken yatak odalarını giriş çıkışı egemene hizmet eden bürokrasiyle örülü duvarlarla sınırlandıran bu hal niye peki? "Hanım, ceketimi getir!"

Yemek kokuları ve kışın habercisi soğuk rüzgarların arasında çadırın kapı girişinde içeriyi izlerken aklımdan tam da bunlar geçti.
Aşçı teyze yemeği bitirdi, büyük kızı bulaşıklara ise çoktan girişmişti. 

“… Derrida’nın dediği gibi olmamakla gerçekleşen bir olay”ın (olmayarak olan bir olayın: olmamamak için olan bir olayın) anlamına değil tam tersi bir şeye işaret diyor: Hikaye bir şeyin nasıl olmuyor görünerek gerçekten olduğunu anlatıyor. "

Olmamak için olan olaylar, anlamı olmadan yürürlükte olan kurallar faşizmi tam da yatak odalarından başlatıyor. Aşçı teyze televizyonda kocasına benzettiği yöneticiye söyleniyor. Kocası ölürcesine kızı ve karısı için ahlakı ve dilimize Arapça ya da Farsça'dan girdiği düşünülen ama kökeni Antik Yunan ve Roma'daki "nomos" kelimesine dayanan hatta onun kökeninin de "bir erkeğin sahip olduğu otlak ve onun üzerinde otlayan hayvanlar " anlamına gelen "Nema"ya dayandığı bilinen namusu savunurken bir yandan da tüm parasını kırmızı çadırdaki hayat kadınlarına döküyor. Büyük kız okula gitmesi yasalarla bile zorunluyken çadır kentte sayısı ailesinin kazandığı paranın bakmaya yetmekten öylece uzak olduğu sayısız kardeşlerine bakıyor. Bense tıpkı onlar gibi "artık kurban edilemeyen ama öldürülebilen" halimle Agamben'in şiddet ile hukuk arasındaki belirsizlik noktası olarak adlandırdığı egemene hizmet eden halinle niyeyse yine seni düşünüyorum. 
Ama sanma ki kızıyorum. 
Bilineni Roma bilinmeyeni daha eski tarihlerden beridir birileri sistemleri, birileri sistemsizlikleri, birileri ise aşkı övüp durmuş. Derrida diyor ya "hakikate susamışlık, insanlığın en soylu tutkusudur." diye. Belki de bu yüzden altında kötülük bile yatsa tüm bu olanları, muzları, çabaları halen soylu buluyorum. Diyor ya Şeyh Galip: Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni.

Bu yüzden bugün hayatımda ilk kez sakin ve mutlu kafayla gece olmadan gündüz vakti yazı yazabilmenin gururuyla; senleri, benleri, ben de'leri bir köşeye bırakıp, aşkı övenleri de küstürmeden, "adlandırarak ötekileştirme", "içselleştirerek dışlama" haline de meydan okuyarak seni "Cancağazım" mertebesine tayin etmeye karar verdim. Keşfedilmemiş yörelere köprüler kurmak için de değil ama korkma hemen, tıpkı kitap sahibini tanıtan, onu yücelten ve kitabı ödünç alan kişiyi geri getirmesi konusunda uyaran bir Ekslibris olmak istediğim için. 

İşte tüm bu yeşil erik kıvamındaki mutluluk ile  A. Porchia'ya gidiveriyor aklım "Sana ne verdiğimi biliyorum. Ama senin ne aldığını bilmiyorum." Belki de tam da bu yüzden tüm bu belirsizlik halini, Ekimin taşıdığı hatıralar kapımı çalınca Füruğ'cu yanım daha ağır basarak kuş ölüyorsa da olsun, ben hep uçuşu hatırlıyorum diyerek karşılıyorum. Sonra yatak odalarına köprüler kurmak yerine, bürokrasiyi yermek, sohbetleri övmek için üzüm gözlü kedilerden oluşan bir mahkeme kurmak geliveriyor aklıma, hemen oracıkta gerçekleştiriyorum. Çıkan karara göre hakkımızda hayırlısı da çoktan ilan olundu bak. Tebrikler sevgili orta avlu cemiyeti.

Cancağızım mertebeniz hayırlı olsun. 


Kaynak: LC Archive 

Yorumlar