Ana içeriğe atla

Sonsuz Bahçe



*"Nedir aslında içimizde hakikatı isteyen?"

-Anlamadım?
-Uğramazdın sen pek buralara en son bıraktım artık bu işleri şehir kütüphanesindeki işime devam edeceğim demiştin, hayırdır ?

-Bir kere sevdiğin bir şeyi bir daha bırakman asla mümkün olmuyor. 
...
Tabi müziğin kapısı bana açık olduğu için burdayım, sevdiğin her şey seni her zaman tekrar geri kabul etmiyor. Mesela sen, beni yine kabul etmesen bu inanılmaz güzellikteki cennetine nasıl geri gelebilirdim ki değil mi ? 
-Hmm. Bu hoşuma gitti seni kabul etmesem de bu aksi adamı sevmeye devam edecektin yani.
(Gülüşmeler)

-Neyse beni bırakalım şimdi. Bahçen eskisinden de güzel o kadar iyi bakmışsın ki kokularla sarhoş oldum. 
-Al bunu iç. 
-Nedir ki bu?
- !!!
-Tamam sormuyorum. 

*"Varsayalım ki hakikati istiyoruz: neden daha çok istemiyoruz hakikat olmayanı? Ve belirsizliği? Hatta bilgisizliği? Hakikatın değeri problemi çıktı karşımıza - yoksa biz miydik bu problemin karşısına çıkan? "

-Garip olan ne biliyor musun? Ortada her şeyin cevabı olduğu söylenen bir kitap var ama okuyan herkes başka bir şey anlıyor, başka bir şey çıkarıyor o kitaptan. O zaman kitabı mı suçlamalıyız, kendimizi mi, yanlış anlayanları mı, yoksa cevabın bu kitap olduğunu söyleyenleri mi? Bence esas sıkıntı cevabın kitap olmaması. Hakikati isterken dahi kapımızı hakikat olmayana niye kapatıyoruz diye soruyor Nietzsche. Bir şeyi ararken bir sınır koymanın hele ki felsefe yaparken sınırlar belirlemenin belirsizlik olduğunu düşünmüyorum. Belirsizliği sınırlar koyarak sağlayamazsın. Bilgisizliği kaynağından uzak durmayla seçemezsin. 

*"Bilinçli düşüncenin hala büyük bir bölümünü içgüdüsel faaliyetlerden saymak gerekir."

-Kafamı bu kadar karıştıran şey de bu, hakikate hakikatin dışında kalanlar ile ulaşabilmek için çabalarken bilincini içgüdülerinin yönlendirme ihtimalini saf dışı edebilmek. Belirsizlik ararken, kesinliğin Tanrısı olmak. 

- Tanrılardan bahsetmişken "Birşey yiyip içmeden önce, ne yiyip içeceğinizi değil, kiminle yiyip içeceğinizi düşünün; çünkü yanında arkadaşı olmaksızın yemek yemek ancak bir aslana ya da kurda mahsustur." der Bahçe Tanrısı Epikuros. Hadi gel bir şeyler yiyelim. 

-Bu bahçenin de Tanrısı'da sensin değil mi? Çiçeklerini üzüyor musun sen de? 

-Çiçeklerimin üzülmeye hakları var onları kendi bahçeme diktim çünkü, söz verdim her zaman yanlarında olacağıma. Oysa senin üzülmeye hakkın yok. Sen üzülmek istemedikçe kimse seni üzemez. Ama burada sorun senin üzülmek için birini seçmen de değil, yardıma ihtiyacı olan bir şeyi sezip oradan uzaklaştığında kendini suçlu hissedecek olma korkun. Merdiven hikayesi yine. Garip olan ise buradaki çelişki. Bildiğin bir yarayı hissetmiş olduğundan bu kendini iyileştirmeyi istemen de demek. Bu nedenle aslında şartlar adil. Yine de çekip gittiğinde kendini terk etmiş gibi hissedeceksin.
Kendini böyle bir şeyin içine bu denli farkında olmadan nasıl bu kadar derin bir şekilde dahil edebiliyorsun inan buna benim de çiçeklerimin de aklı ermez. Epikuros yaşasaydı ona sorardık belki."İki Direk Arasında Çiçekli Bir Bahçe'"sine davet de ederdi seni dertleşirdiniz. 

-Madem dilek diliyoruz onunla onun bahçesinde buluşmak yerine onun çiçeği olmamı dile bari.
-Sen hep dilersin de yaratılışın elvermediğinden asla kimsenin bir şeyi olmak istemezsin birbirimizi kandırmayalım. 
Aynı anda söyleyip gülüştüler:
-Kimse kimsenin bir şeyi olamaz. 

***
-Günlerdir aynı şeyi düşünüyorum. "Gücü, inancı haline gelmek." Herkes tamam da kendine, dünyaya, insan ruhuna uzaktan bakmak isteyenlerin bile bu tuzağa düşmeleri beni ürpertiyor. Direnilmesi gereken şeyin tuzağına düşüp en eleştirdiğin şeyin ta kendisi oluvermek. Bundan hiçbirimiz kaçamayacakmışız gibi geliyor. 

*"Aslında bir filozofun en sapa metafizik önermelerinin nasıl ortaya çıktıklarını açıklamak için: hangi ahlaka varmak istiyor o felsefe diye sormakla iyi ve akıllıca bir iş yapmış olunur. O halde felsefenin babasının "bilgi dürtüsü" olduğuna inanmıyorum aksine burada da her zamanki gibi başka bir dürtünün bilgiyi ve yanlış bilgiyi yalnızca bir alet gibi kullandığına inanıyorum. " diyor Nietzsche. Hani soruyor ya şu sizin çadırdaki oyunun son sahnesinde aktör: Hadi söyle bana, en büyük arzun ne?
İnsan en büyük arzusunu açıklayabileceği, sığdırabileceği ya da evcilleştirebileceği bir sistem aramaya meyillidir. Kendiyle sorunu olmadan dünyayla olamayacağını bildiklerinden hepsi. Bu yüzden yolu aydınlatır da aydınlattığı yolun doğruluğunu hiçbir zaman bilemezsin o sevdiğin düşünürlerin. Çünkü onların geliştirdikleri sistem kendi özlerinden gelenin ışığıdır. Özün yakınsa onların özüne ki Jung'a göre bu çok mümkün o zaman belki de çiçek olur yolun. Ama ışığı senin ışığını karartanlara denk geliyorsa yolun belki de sen yanlış yoldasındır. Yani güzel, sana kesin cevaplar asla veremeyeceğimi biliyorsun, ben varılacak yerlerden çok yolları seviyorum. Sürekli huzursuzum bir yere yetişmek istediğimden ama malumun yetişeceğim bir yer de asla olmadı. Bu yüzden burdasın sen de kendini gördüğünden. Hem bir yandan Jung'un "Kolektif Bilinçaltı"sı da çalar kapımızı ve der aslında yaşadıklarınızın çoğunluğu geçmişin tekrarı oysa siz devam filmi çektiğinizi sanıyorsunuz diye. 

-Eskiden böyle değildin. Ne söylesem beni şaşırtacak büyük cevapların olurdu şimdi ise ünlü düşünürlerden örnekler filan veriyorsun. Sen çoğunu sevmezsin bile! 

-Kendimizi anlamak için bu devirde hala Antik çağlara bakmamız gerektiği gerçeğini kabul etmem pek kolay olmadı kabul edersen. Üstelik senden de oldukça yaşlıyım.

-Ben kesinlikle bir üzümün mirasını almışım.
-Asma dalı- yeniden doğma. Keşke asma dalı işlenseymiş bilinçaltına onun yerine. 
-Yenilebilir olmayı yenilenebilir olmaya tercih etmiş olmama çok şaşırmıyorum. Ne de olsa tekrarlanan hazları sağlamak için kendimi kuru bir dala çevirmeyi sanırım şu an bile cazip bulmazdım. Hem yenilenebilir olmak daha büyük acıları taşımak gibi geliyor bana. Dedem bir keresinde balkonumuzdaki asma dalını fazla budamıştı. Tüm hafta boyunca su aktı budanılan yerden. Dedeme ağaçtan su akıyor dediğimde -ki o kadar küçüktüm ki asma dalları ağaç gibi geliyordu- dedem su akmıyor ağlıyor çünkü yanlışlıkla fazla kesmişim o dalını dedi. Ben de asmanın tahta balkonumuza ağlayan dalını tüm hafta sevmiştim. Üzülmemesi için konuştuğumu da hatırlıyorum. Dedem gördüğünde ne de güzel gülmüştü. Asma dallarıyla konuşan bir torunu vardı tabi, hoşuna gitmişti. Yine de ağaçlarla hiçbir zaman onun kadar derin bir ilişki kuramadığımı düşündükçe üzülürüm. O ağaçları kendinden bile üstün sayardı. Bense çoğunlukla sarıldığım ağaçların kalbini kırıyorum bana niye sarılmıyorlar diye. 

*"Hatta o iyi ve saygın şeylerin değerini oluşturan şeyin, tam da o kötü, görünüşte zıt şeylerle nahoş bir şekilde akraba, bağlantılı, ilintili olması, hatta belki de aynı öze sahip olması mümkündü. Belki. Ama böyle tehlikeli bir belkiyle kim ilgilenmek ister!"

-Yani haklı olabilir tabi. Benim de iyi ve kötüyle ilgili hiçbir zaman kesin çizgilerim olmadı. Uyumsuzluk üzerine daha çok kafa yordum hep. Uymayınca parçalar bir arada olamıyorsun legolar gibi ama bu seni de karşındakini de değersiz kılmıyor. Ama bu naif anlayışın tek sıkıntısı tiranların güçlenmesine hiç olmadığı kadar katkı sağlaması. Seni kalıplarına sığdıramadıklarından kimliklerine yüklemek istedikleri anlamların iyisi ya da kötüsü olmanı beklediklerinden hiçbir şeye dahilsizliğin onları delirtiyor. Bu yüzden çoğu seni Rene Girard'ın Kurucu Şiddet'ine dahil ediveriyor. Var olma sebepleri sen oluveriyorsun. Burada ayırmam gereken bir nokta daha var yalnız. Bir şeyi maddesel olarak algılaman, onun iyi-kötü, hakikat-hakikat olmayan gruplarına dahil olmak demek değil. Bunu böyle görmek de korkunç bir zayıflık ya da körlük. Üstelik bunu sürdürebilir hale getirip belirsizlik saymak ve belirsizlikten anlam yarattığını düşünmek böylelikle hakikate yaklaştığını sanmak en baştan tüm sistemi zaten yanlış başlatılır hale getiriyor. Dahil olmadığın şeyin üzerine düşünmek seni çerçeve ustası yapar ressam değil, değil mi?

-Belki de felsefenin temeli budur ya da içinden çıkamadığı döngü budur: *
"Bir felsefe kendi kendine inanmaya başladığında dünyayı kendi suretine göre yaratır o, başka türlüsü gelmez elinden; felsefe bu zalim dürtünün ta kendisidir, en tinsel güç isteğidir. "dünyanın yaratılışı" hakkında, "ilk neden" hakkında..."


-Bak sen! Evet belki her şeyin kökeni içgüdüsel bir dürtüdür ama insan her ne kadar geçmişin tekrarlarını yaşasada bir anlam arayışı da içinde değil mi? Yani bunu bu kadar sınırlamayı felsefik bulamıyorum. Felsefe yapmaya çalışan kesin bir cümle bu. O zaman felsefe bunu yaparken biz başka bir şey daha üretelim şeylerin ötesine bakmak için. Hem böyle bile olsa bunu eleştirirken buna dönüşmeden ilerlemeye çalışmak daha faydalı değil mi? 

- *
"Hakikat dışının yaşamın koşulu olduğunu kabul etmek: açıkcası bu, tehlikeli  bir biçimde alışıldık değer duygularına direnmek demektir. Buna cürret eden bir felsefe yalnızca bunu yapmakla bile iyinin ve kötünün ötesinde konumlanır. " diyerek de amaçladığı bu belki.

-Belki de ama bunu yapmak için yine de sınırlar çizmeyi kendine dönmek, kendine bakmak olarak göremiyorum hala. Bak tek kitap var cevap ama ondan bile tek sonuç çıkmıyor. Çünkü sen mavi gözlükle bakarken ben pembe gözlükle bakıyorum. Dışarıdan bize ve kitaba bakan da kırmızı gözlükle bakıyor belki. Peki bu belirsizlik halinde yazı yazmayı sadece bir zaman için kuralları ve sınırları olmayan esas belirsizliğe tercih etmemek neden? 

*"Yalnızca bir hakikat isteğinden fazlasını işitemeyen, elbette ki kulaklarının keskinliğiyle övünemez. Bir avuç kesinliği hala bir araba dolusu olasılığa tercih eden..."

-Ve bunu yaparken de belirsizliği öven. Görüyorsun ya belki de ben üzüm olduğumu sanarken aslında karpuzum, sen de muz olduğunu düşünürken aslında armutsun mesela. Bilemeyiz.  -Gülücük. Gülücük- Bilememezliklerimizden eminiz sadece ama bunu sınırlarla döşedikçe eskiyip, yitip gideceğiz.

-*"Bütün o hakikat sevginizle öyle uzun bir süre, öyle inatla, öyle hipnotize olmuş, kaskatı bir halde zorluyorsunuz ki kendinizi, doğayı yanlış -yani stoacı bir bakışla görmeye, sonunda onu başka türlü göremez oluyorsunuz - ve herhangi bir uçurum gururu, sonunda bir de kendi kendinize zulmetmeyi bildiğiniz için doğanın da kendisine zulmedilmesine izin vereceğine dair tımarhaneliklerin umudunu doğuruyor sizde. "

-Çiçekleri eziyor ya işte ağaca sarılıcam diye etrafında dönenler. Ağaç da üzülmüyor. Sonra sevdikleri, meyvelerini yedikleri ağacı kesiverip ev dikiyorlar üstüne. Ağaç ne yapsın doğası bu deme! Ağaçlar konuşur hatta beddua bile ederler -dedem öyle derdi- Çiçeğine de azıcık zaman ayırsa ne olurdu? Ağaç ağaçlığından ne kaybederdi? Ya da çiçek çiçekliğinden ne kaybederdi? 

-
"Onda uyutucu bir erdem olduğundan, 

   doğasından gelir duyuları uyuşturmak "

- Düşünsene "...her türlü varoluşu yalnızca kendi suretinize göre var kılmak istiyorsunuz. " diye söyleniyor Nietzsche. Ama bu cümleyi kırk kere kullanan, nota defterlerinin arasına yazan bizim çadır kentteki kemancı bile doğaçlama yapmana asla izin vermiyor sahnede. Yanlış ya da eksik yaptığından da değil kendisi müziği öyle dinlemeyi sevdiği için. Oysa onun inandığı dünya dışında da bir dünyası var herkesin. Onun duyduğu melodiyi bile söylemiyor belki şarkıcı. Kendi hikayesini anlatıyor. Sen Leyla'yı dinlerken o Osman'ı dinliyor şarkıda. Onun maddesel saydığı belirsizliğin ötesinde de bir belirsizlik var insanın kendinin bile bilemediği. Peki belirsizliğin tanımını bile kendine göre yaparken insan belirsizliğin belirsizlik olduğundan nasıl emin olsun da onun kurallarını kendi belirlesin?  "...Gururunuz sizin ahlakınızı, sizin idealinizi doğaya, evet doğaya bile dikte etmek ve ertelemek istiyor."

Neyse önemi yok artık zaten.

-Demek İyi ile Kötü.
-Sen hangisi olmak isterdin?
-Herkes bunlardan birine asla dahil olamadığını bilir, bilmeli. Bu bir ayrım gibi görünsede bizim özümüz ya işte. Jung'un gölgesi gibi kabul etmediğimizi başkasına yıkıyoruz. Ama sana kim ne derse desin asla hangi sınıfa dahil olduğunu düşünmemen de korkutuyor insanları. Adın gibisin sen de. Dünyanın en meşhur çiçeği değilsin, güzelsin ama bilinirliğin güzelliğinden değil bir fikri temsil ettiğinden geliyor. İçine ölüm ile aşk karıştığından kimse seni kötü de kılamıyor ama bu seni iyi de yapmıyor. 
-Bunu seviyorum evet. Neyse. Yine aynı konuya getirip başını ağrıttım değil mi? Çadıra döneyim ben prova da var malum. 
-Kendini kandırma aynı olan bir şey yok, çok şey değişti. Sevgi değişmiyor diye insan da değişmez değil. Sorduğun sorulara cevap istemiyorken dahi istiyormuş gibi sorabiliyor olmanı seviyorum. Üstelik verilen cevapları soru saymanı da. Kütüphane raflarının arasında kitapları seven ellerini de seviyorum, bahçemde kendini sever gibi çiçekleri seven ellerini de. Sen de seviyorsun kendini. Sevdiklerin de seviyor seni. Ama ayrıysa yollarınız, sana ihtiyacı olanları bile kendi özgürlüklerine bırakmalısın. Çünkü onların sana verdikleri cevaplar da cevap oldukları için değil tıpkı senin soruların gibi. Binlerce ihtimal var ama bana en yakın olanı; sen özgürlük ve hakikat arayan insanı dahi normalin içine dahil edebilmeyi istetecek kadar hayat dolusun. Belki de bununla savaşacak kadar güçleri olmadığından ve kendilerini eleştirdikleri normalin köleleriyle aynı hisse yakın bulmamak için senden kaçıyorlardır, ne dersin?
-Bir şey demem. Yani konuştuğum kadar çok önemsemiyorum. Beni korkutan bu karmaşaların normalleştirilmesi. Yıllar sonra konuşulduğunda bu kadar yoğun hissettirmeyip sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi öylesine geçip gidilmesi. İntikamdan bahsetmiyorum hayır eğlenceli olsa da kimi zaman bahsettiğim bu karmaşaların en başta çözülebilecekken bu kadar sürdürülebilirliği. Bu bana dünyada asla bitmeyecek savaşları ve bu uğurda ölecek çocukları hatırlatıyor. Ajitasyon olsun diye de değil bu söylediklerim. İki kişinin birbirine bu denli yapabildikleri tüm dünyanın birbirine yapabilirliklerini canlandırmamı sağlıyor zihnimde. Beni en çok bu üzüyor. Çünkü toplama kampında ölen bir çocuğa birlikte ağlayabildiğimiz biriyle o kampı birlikte inşaa etmişiz gibi hissediyorum. Ve gerçekten de böyle. 
Neyse. Dedin ya aslolan sorulardır. Ben güzel sözlerden çok, güzel sorularla ilgiliyim galiba. Kızdığım, belirsizliğinin belirsizlik olmadığı insanların, bu denli katı kurallarının olması. Ama herkes kendi diktatörlüğünde yaşamakta da özgür, toplama kampları inşaa ederken içerisinde ölenlere üzülmekte de özgür. Yine de bunun dünyadaki büyük savaşlara yol açacağını bildiğimden kişisel diktatörlüklere çomak sokma huyumla da baş edemiyorum işte, napıcaksın? 

-Seni bu yüzden seviyorum.
-Beni bu yüzden seviyorsun.

-Bu arada bu içtiğim şey neydi, bahçendeki tüm renkler daha deminden beri birbirine girdi, kafam allak bullak belki de bu yüzden. Sanırım biraz uyusam şuracıkta iyi gelir. 

-Unutmadan:  İnsan yalnızlığını her yere götürür. Evin, aslında yalnızlığın. 
Uyandığında da bunu ve beni hatırla.


 

*Nietzsche- İyinin ve Kötünün Ötesinde

Yorumlar