Ana içeriğe atla

Ay ışığında öptüm seni.

Otobüs şehir ışıklarından uzaklaşıp, yalnızca tek yön olan kavisli yola girdi. Bir o yana bir bu yana sallanırken, kavislerden dolayı da ara ara da zıplarken şoförün pervasız frenlemelerinden bile irkilmiyordu içindeki yolcular. Burada ölecek halimiz yoktu ya! Çünkü ölümden daha korkunç bir kaderin şahitleri, bekçileriydi hepsi. Ölümden korkmayı saygısızlık sayıyorlardı o kadere mahkumlara. Bu yüzdendir ki korkmuyorlardı belli ki koca otobüsü oradan oraya savuran şoförden de, ölümden de. 
Sonra Sezen söylüyordu bir yandan:

"Ayışığında oturuyorduk, bileğinden öptüm seni"

Hava yeni kararmış; ay, dolunay. 
Dolunay zamanı hep şunu düşünürüm: bu zamana kadar gördüğüm hiçbir dolunay birbirinin aynısı olmadı ne garip. Bu benim duygu durumumdan ya da hava durumundan filan da değildi üstelik. Karşılaştırınca hatırladıklarımı, hepsi birbirinden farklı boyda, renkte, yerde, parlaklıktaydı. Neye göre bugün de bu halini gördüm acaba diye inceden inceye bağlayacak bir şeyler de arardım bazen. Belki de durduğum yer, gördüğüm şeyler, zorunda olduklarım, kaçtıklarım, kaçamadıklarım onu bu açıdan da görmemi gerektirdiği için vardı mesela. 
Neyse.
Dünyanın sonu gibiydi bazıları için bu yolun sonu, bazıları için ise kendine yolculuktu çok sonraları. Ama illaki izi kalacaktı da, izi kalmayan sanki ne vardı? O zaman ne ayırıyordu burayı gerçek ve adil sandığımız dünyadan: özgürlüğün kendine özgü anlamlarını savunanların evi, tiranların kurbanlarının son demiydi ölümden hemen önce burası da işte. 
Neyse. 
Sonra ayın önemsemeyeceği kadar küçük dünyalarımızı hatırlayıp gülümsedim ve keşke sarılsak diye geçti içimden. 
İnsan aya sarılmak ister mi? 
Neden istemesin? 
İnsan bu, ister. 
Herkes için de böyle miydi ki acaba? Bugün daha parlaktı, şekerliydi hem hafiften ama daha huzurluydu. Ne de uzaktı. Bir dilin ortak öznesi olduğu için değil de, hepimizden ayrı duran hali cezbetmişti beni. O dinginliğe nasıl da özenmiştim. Sonra döndüm sordum: İçeridekiler dolunayı göremiyorlar değil mi diye? Düşünürken sesli söylediğimdeki kadar korkunç gelmemişti, irkildim birden. Ellerim buz kesti. Kurduğum cümlenin korkunçluğuyla içim soğudu ve dolunay yalnızlığın öznesi oluverdi bu kez. Hayır dedi nerede görecekler?! Belki ikinci kattakiler camdan görebilir tabi ama dolunayın açısının denk gelmesi gerekli dedi. Sonra düşündüm acaba her yıl koğuş camından gördüğü dolunay sayısını sayanlar da var mıydı içeride? Üstüne üstlük birde kaydını tutsalar: 

Cezaevinden Ay Günlüğü. 
Sevgili günlük, bugün ay dolunaydı, üstelik her haliyle tam da karşımdaydı. Işığı dilediğince gezindi koğuşumda. Bak! buna kimse engel olamazdı.

Bir suçludan fazla incelikler beklemiyor musun diyenler de olur tabi hemen, bilirim. Herkes her şeyi söyler. Söylemek olsaydı keşke tek mesele, neler gerçek olurdu o vakit. Ama değil. Bak dolunay görebilme hakkın bile günahlarınla, günah sayılanlarınla sınırlı. Üstelik hiçbir zaman bir mahkumun dolunaya duyduğu özlemi duyamayacak çoğumuz haliyle dolunayı da öyle de sevemeyecek belki de. Üstelik bunu asla dert de etmeyecekler de kendilerine. Sonra şarkı başa döndü. Dedi ki Sezen:

"Bileğinden öptüm seni."

Birden koğuş penceresinde dolunayı bekleyenlerle ne farkımız olduğunu düşündüm. Onlar dolunayı, biz ise sevilmeyi bekliyorduk pencerede. Üstelik seviyorduk da, ısrarcı da değildik yok ki hakkımız. Ne gelir insanın elinden sevmekten başka. Bileğinden öptüm seni desen suç hem. Niye koca duvarlar, koca hapisaneler örüyoruz ki aramıza? Ne gerek var? Ne suçumuz var? 16.000 nüfuslu cezaevinin duvarları dışında içeridekilerden ne farkımız var? Kendine soruyor musun özgür müyüm diye? İkna oluyor musun verdiğin cevaplarla? Mahkumun yılda belki de bir kez şans eseri gördüğü dolunayla yaratabildikleri, eve gidiş yolumuzda gözlerimizi yanlışlıkla oraya çevirdiğimiz için dolunayı gören bizle bir mi? Nasıl olsun? Birden koğuş penceresinde dolunayı bekleyenlerle göz göze gelmişim gibi oldu. Onlar dolunayı, biz sevilmeyi bekliyorduk işte pencerede. Gözlerimi kapattım.

"Sonunda caddelere çıkardım, kaynağından öptüm seni."

Otobüs durağa yaklaşınca bu saatte olmaması gereken bir kalabalık gördüm. Bunlar kim böyle dedim panikle. Bu saatte ne yapıyorlar ki burda? Tahliye edilen yakınlarını bekliyorlar, işleri uzun sürünce bu vakte kalıyor çoğu, dedi. Birden otobüs durdu ve o kalabalığın içinde buluverdim kendimi, kalabalığın beni yutacağını sandım bir an. 
Yakama yapışacak gibiydi hepsi: Bu mu yaşıyorum dediğin? Sen mi özgürsün? 
Ama inince birden gülen gözler, mutlu yüzler, umutlu kahkahalar duyunca daha çok irkildim. Dikkatle baktım bakabildiğim kadar yüze. Bir iz aradım yılların yükünü taşıyan, acıyı, kederi. Niye böyle yaptım ki bilmiyorum. Aradığım neden buydu bunu da bilmiyorum. Sonra bulamadım. Kavuşma anlarında insanların geçmişte olan hiçbir şeyi hatırlamıyor olmalarına şahit oldum şaşkınlıkla. Sarılırken uzun yol sonrası kavuşmuş gibiydiler daha çok, sanki dolunayı yıllarca görmemiş adamlara kadınlara sarılıyormuş gibi değillerdi. Belli ki onlar bizden daha çok sevmeye meyilliydi. Niye başka türlü olmalarını bekledim ki. Bu benim uydurmamdı işte besbelli. Bu birilerinin uydurmasıydı hatta dayatmasıydı da büsbütün. İnsan kavuşunca, bir kere sarılınca unutuveriyordu apaçık. O zaman niye üzülüyorduk bu kadar her şeye. Ya kavuşamazsak diye miydi bu tantana? 
Nefes alamıyorken, afallamışken tam, biri geldi, omzuma dokundu. Duruşumdan oranın yerlisi olduğum izlenimine kapılmış belliki kaçta çıkarlar biliyor musun ablam dedi. Kahretsin ki sorunun cevabını bilmiyordum. O an içimden o kadar çok o cevabı bilmek geçti ki. O gülen gözlere, beklediği her kimse, her neden suçluysa, her şeye rağmen o kapıda, o dirayetle o gülen yüzle belki de bilmem kaç yıl beklemiş gibi değil de daha dün görüşmüş gibi ama yine de özlemiş gibi bakan o kadına bilmiyorum diyemedim. Diyemezdim de. Uydurdum da durdum. Çıkmaları çok yakındır, az işleri kalmıştır, servis bekliyorlardır, yani teknik olarak evrak işleri bile bitmiştir, gözünüz aydın dedim. Kadın oracıkta bana öyle güzel gülümsedi ki içimden sesli söylememem gereken şey dökülüverdi birden:

"Birazdan dilediğinizce sarılacaksınız." 

Sonra gözlerim doldu ama dolmamış gibi yapıp gülümseyip ayrıldım kadının yanından, nasılsa gözleri beni değil kavuşacağını arıyordu ki fark etmemişti yüzümdeki hüznü, döndüm ev yoluna doğru. 

"Başka evlerde karşılaştık, iliğinden öptüm seni."

Gözlerimden hızlı hızlı sanki benim değillermiş gibi dünyalar aktı, tutamadım. Bana aitlermiş gibi de yapmadım. İsteyen her şey, istediği her şey de özgürdü nasılsa. Ben de ağlamakta özgürdüm değil mi? Dolunay yoluma düşmekte özgürdü, ben sana düşmekte özgürdüm. Herkes kendi özgürlüğünün hapisanesinde mahkum olmakta, dolunay kovalamakta özgürdü. Onlar da nasılsa dilediğince sarılmakta özgürdüler. Garip olan ise belki de yalnız o gün o kadar mutlu olacak olmaları ihtimaliydi. Dünya asla o günden sonra eskisi gibi olmayacaktı. Hatta daha da kötüleşecekti belki de her şey. İçeride geçen zamandan, aralarında duvarlar örülü olan zamandan daha zor olacaktı. Ama bunu önemser gibi sarılmıyordu orada kimse. O gün için yaşıyordu hepsi, tam da o anda. Sonrasını öyle önemsemiyorlardı ki mutluluğu yaşamadan ölmemiş olacaklardı çoğumuza benzemeden. Belki sonraki gün yıllarca yolunu bekledikleri tarafından öldürülecekler, soyulacaklar, hırpalanacaklar bile vardı aralarında ama gözleri öyle bakmıyordu işte. Beklemektense sarılmayı, savaşmaktansa barışmayı seçmişlerdi hem dünyayla, hem kendileriyle. İçeriden çıkanların ağır izlerini, dünyaya şaşkınlıklarını, yabancılıklarını, üzerlerine sinen bin yıllık yalnızlıkları bile avuç içine aldıkları yüzleri okşayarak iyileştiriyorlardı. Ah ne de hoşlardı, ne kadar da gerçeklerdi. 

"Bahçede çocuklar vardı, çocuğundan öptüm seni"

Kalabalık geride kaldı. 
Lojmanların kapısından, ağaçların arasından, çocuk seslerinin arasına giriverdim. Ay hala dolunaydı. Babalarıyla oynuyorlardı çocuklar, anneleri kamelyalarda oturuyordu. Minik kız babasına koşup sarılıyordu. Sanki hemen yanlarında koca beyaz ışıklarla aydınlanan "dünyanın yoyduğu* ruhlar pazarı" yokmuş gibi gülümsüyordu. Ben de gülümsedim. Hatırladım. Mutlu oldum. İnsan nasıl unutuveriyordu kavuşmalarda her şeyi. Biz barıştık değil de biz sarıldık derdi hep kendi küskün hikayelerini anlatırken bir dostum. Sarılmadan imzalanan barış anlaşmalarını asla yürürlüğe girmemiş insan hakları sözleşmelerinden sayardı. Onlara ne de çok kızardı. 

Sonra eve yürüdüm kapıyı açtım. Gözler üzüm öyle bana bakıyor. Ellerimle yapsam ancak bu kadar benim için yaratılmış olurdu dedim. En sevdiği şey sarılmak, koklaşmak. Her şeye hırçın, her şeye küskün. Ama dilediğince öp, kokla, sarıl. Oh mis. Koşarak gelen kedime sarıldım, kokladım, öptüm.

Hiçbir şeye kırgın olamamanın huzuru, dünyanın en saçma ama en faydalı şeyi. Yok yere can yakıyor kırgınlık savaşları, üste çıkma çabaları. Oysa ay, dolunay bugün. Olduğu gibi her şey işte. 
Sen öyle. 
Ben böyle. 
Hem insan bu. Baksana dolunaya bile sarılmak istiyor, neler istemesin ya da neler yapamasın ki daha? Tam bunları düşünürken de şarzım bitip şarkı kapanmasın mı?

Ama dilime dolandı bir kez işte, napıcaksın ? :


"Sonra ayakta öptüm, dudağından öptüm seni." 


*yoymak anlamı: 1. Eski durumunu yitirmek, bozulmak, çirkinleşmek. 2. Yabanıllaşmak. 3. Yerine uymamak, tutmamak: Dikilen fidanlar yoydu.












Yorumlar