Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ekim, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sonsuz Bahçe

*"Nedir aslında içimizde hakikatı isteyen?" -Anlamadım? -Uğramazdın sen pek buralara en son bıraktım artık bu işleri şehir kütüphanesindeki işime devam edeceğim demiştin, hayırdır ? -Bir kere sevdiğin bir şeyi bir daha bırakman asla mümkün olmuyor.  ... Tabi müziğin kapısı bana açık olduğu için burdayım, sevdiğin her şey seni her zaman tekrar geri kabul etmiyor. Mesela sen, beni yine kabul etmesen bu inanılmaz güzellikteki cennetine nasıl geri gelebilirdim ki değil mi ?  -Hmm. Bu hoşuma gitti seni kabul etmesem de bu aksi adamı sevmeye devam edecektin yani. (Gülüşmeler) -Neyse beni bırakalım şimdi. Bahçen eskisinden de güzel o kadar iyi bakmışsın ki kokularla sarhoş oldum.  -Al bunu iç.  -Nedir ki bu? - !!! -Tamam sormuyorum.  *"Varsayalım ki hakikati istiyoruz: neden daha çok istemiyoruz hakikat olmayanı? Ve belirsizliği? Hatta bilgisizliği? Hakikatın değeri problemi çıktı karşımıza - yoksa biz miydik bu problemin karşısına çıkan? &

Sonsuz İmparatorluk

Antik Teb Kütüphane'sinin girişinde nasıl “Ruhunun İyileştiği Yer” yazıyor ise buraya da öyle bir şey demelilerdi ki herkes korkmalıydı girmekten, çadırdaki kitaplara ilişmekten. Esas kütüphanesini karavana kurmuşlardı çinegene kampının ama lanetli kitapları yalnız dört kadın taşırdı kendi eşyaları ile. Onlar da kitapların karavanı haketmediğini düşündüklerinden yazarlarının kendi kaderlerini olmazlara terk etmesi gibi tıpkı, bu lanetli kitapların kaderini de kadere bırakmışlardı, çadırdan bir kütüphane kurmuşlardı. "Leyla bana yetiyordu. O benim sonsuz imparatorluğumdu.”  Açıp açıp bu sayfayı okuduğundan Leyla önüne gelene, kütüphanenin adı da "Sonsuz İmparatorluk" kaldı. Nasılsa bizim çadırın insanları Sonsuz İmparatorlukların ne kadar düzmece, ne kadar acılı, ne kadar korkunç, ne kadar sevgisiz olduğunu bilecek kadar yaşamışlardı. O yüzden bu ismi gördüklerinde buraya girerek neye bulaştıklarını bileceklerinden onlar için yeterince bilgilendirici bir

Yolun çiçek olsun güzel.

"Bugün korkunç bir olaya şahitlik etmekteyiz: tarih öncesi vahşilik ahlakının egemen olduğu muhteşem bir bilimsel uygarlık." Karavanda masa başına geçerken radyo kanallarıyla oynuyordu falcı kadın.  "Önemli olan kimin kim üzerine hangi etkide bulunduğu değil, karşılıklı anlam üretimiyle nasıl bir dünyanın kurulduğudur." Kapatmayı denesene dedi gel şöyle.  Tam o sırada "güzel ne güzel olmuşsun" çalan kanal denk geldi ve öylece bıraktı kadın radyoyu söz dinler gibi ve oturdu masaya: -Her geldiğinde bana kızıp gidiyorsun niye geldin gene?  -Biliyor musun ünlü bir düşünür "hakikat insanları çarpar" demiş o söylediğinde senin söylemenden daha kıymetli ne garip değil mi ?  (Gülüşmeler) -Birilerinin mekanik beyinlere de gerçekleri mekanik şekilde aktarması gerek bunu niye dert edelim kendimize? Bizim derdimiz hiçbir zaman biz olmadı, ben oldu. Herkes tamam da sen neden bunları dert eder oldun kendine? -Bir kopukluk var uy

Yatak Odası Sohbetleri

-Babana benziyor aynı bu mundar suratlı adam, hiç hazzetmiyorum. Minevsizin teki.  Televizyonda beliren, devletin başındaki adam için böyle söyledi çadırların aşçısı dönüp de eteklerinde gezen kardeşlerinin yaramazlık yapmasını engellemeye çalışan büyük kızına.  Aslında bu sözler balık baştan kokar atasözünün uzantısıydı da kimse dikkat etmedi. Egemenin mikroya yansımasını dillendiren kadını kimse filozofmuşçusuna takdir de etmedi.  Anne soğanları soydu, büyük kız çocukları susturdu.  Tanık ve Arşiv'de Agamben  “Batının siyasal modeli şehir değil toplama kampı’dır. Atina değil Auschwitz'dir.” der. Yani aşçı teyzenin kocası, teyzemizi üzse dahi mevcut siyasal düzene göre gayet etik, gayet hukuki bir amcamızıdır. Çünkü egemenin gücünü elde tutmak isteyen mikrodan makroya otorite sisteminin en başarılı mikro temsilcisidir kendisi. Bu durumda teyzemizi toplumun "Kutsal İnsan"ı (Homo Sacer) olarak adlandırmamızda da bir sakınca da yoktur öyleyse. Nerede k

Ay ışığında öptüm seni.

Otobüs şehir ışıklarından uzaklaşıp, yalnızca tek yön olan kavisli yola girdi. Bir o yana bir bu yana sallanırken, kavislerden dolayı da ara ara da zıplarken şoförün pervasız frenlemelerinden bile irkilmiyordu içindeki yolcular. Burada ölecek halimiz yoktu ya! Çünkü ölümden daha korkunç bir kaderin şahitleri, bekçileriydi hepsi. Ölümden korkmayı saygısızlık sayıyorlardı o kadere mahkumlara. Bu yüzdendir ki korkmuyorlardı belli ki koca otobüsü oradan oraya savuran şoförden de, ölümden de.  Sonra Sezen söylüyordu bir yandan: "Ayışığında oturuyorduk, bileğinden öptüm seni" Hava yeni kararmış; ay, dolunay.  Dolunay zamanı hep şunu düşünürüm: bu zamana kadar gördüğüm hiçbir dolunay birbirinin aynısı olmadı ne garip. Bu benim duygu durumumdan ya da hava durumundan filan da değildi üstelik. Karşılaştırınca hatırladıklarımı, hepsi birbirinden farklı boyda, renkte, yerde, parlaklıktaydı. Neye göre bugün de bu halini gördüm acaba diye inceden inceye bağlayacak bir şeyler