Ana içeriğe atla

Sonsuz Komedya


Yalnız gezgin ruhlar içindir. 

Çadırın kapısında böyle yazıyor diye ne söylenmişti Homeros. Neymiş: bize gelen adam ne anlarmış bizim felsefemizden, işimiz gücümüz olduğundan fazlasını beklemekmiş insanlardan. Paramıza bakmalıymışız paramıza. Paranız yoksa yazdığınız kitabı bile basmazlar, siz hala aforizma kovalayıp durun diye başımızın etini yedi tüm yaz.

Çadırların işletmecisine Homeros deme sebeplerimizin başında tabiki yer yer çadırın esas sahibinin ağzından konuşması geliyordu. Yani para kasasının insanlaşmış hali. Çünkü insani olarak bize katıldığı konularda dahi başka türlü kararlar alıp bizi bir diktaya mahkum edebiliyordu. Sonraları da öğrendik ki çadır sahibine de kendi çıkarı söz konusu olduğunda bizim hakkımızda uygun olmayan şeyler anlatıyormuş. Haliyle bizim kızlar çadırında Antik Yunan'a bayılan ama Truva Atı mitini Homeros'dan değil de Thukydides’den dinlemeyi seven Coco'nun çadır işletmecimize taktığı ad buydu. Ona söylenirken işi romantizme vurup savaşları bile kahramanlıkla övülebilir hale getiren Homeros'a mı söyleniyordu yoksa talan ve açgözlülüğün doğurduğu savaşların masal sayılamayacağını üstüne basa basa söyleyen Thukydides'i mi övüyordu bilemiyorduk. Ama kesinlikle hepimiz bu ismi benimsemiştik ve ayağımızı denk alıp hem bize söylenenlere hem de bizim hakkımızda söylenenlere en azından uzun süre bu işte çalışabilmek için dikkat ediyorduk Homeros etraftaysa. 
...
Bana gelirsek içerisi tıklım tıklımken dans etmeye ve şarkı söylemeye bayılıyorum. Dünya üzerinde hiç kimse sevdiği bir şarkı çalarken söyleyeni ciddiye aldığı kadar kimseyi ciddiye almaz. Ciddiye aldığı kendisi de olabilir, karşısındaki de olabilir, aklındaki de olabilir ya da söyleyendir de işte. Ve gerçekten dinlenildiğinizi sanarken siz aslında karşınızdaki insanlar kendi dünyalarındaki halinizle dans ediyorlardır. Ortadaki anlam ne sizin bildiğiniz, ne de onların. Ama müzik dünyanın en büyük afyonu. Gelecek yıllar da nasılsa bazı şarkıların insanlarda bağımlılıklara ve hastalıklara sebep olduğu bilimsel olarak da kanıtlanacaktır tabi insanların zekalarının o kadar gelişeceği dönemlerimiz olabilirse ve o şarkılar da yasaklı listelerine ilişiverecektir hemencecik.

Bugün insanların duygusal zekaları sürekli gelişirken, gerileyen bilişsel zekalarının bunu nasıl yönetebildiği sorununu kafama takmadan sahnemi bitirmeyi planlıyorum aslında. Çünkü bugün bir türlü kaçamayıp yolun sonunu hep benim çadırımda bulan şehir kaçkınlarının buluşma günü gibi. Her bir köşede her biri. Esmer olan, herkesin gözdesi eski aşık olduğum çocuğun arkadaşı. Kendisi mesleğinde arkadaşından daha ünlü olmasına ve daha iyi kazanıyor olmasına rağmen onu neden tercih etmediğimi anlayamadığından her yalnız kaldığında, canı sıkıldığında, terk edildiğinde ya da mutsuzsa muhakkak çadırıma teşrif eder. Ben de her seferinde arkadaşına aşıkken onunla ilgilenmemiş olmamı anlayamıyor olmasını anlayamam o yüzden o yokmuş gibi davranarak gitmesini arzu ederim. Aslında hiçbir şey yapmasam bile beni görmek ona hep acı verir. Önüne dünyalar serilmişken hatta başka bir yerde başka bir zamanda karşılaşsak ondan hoşlanabileceğimden eminken neden bir kere bile ona gülümsememiş olmama her zaman şaşırmıştır. Bunları biliyorum çünkü onun bizim çadırda da varolan hayran kitlesi hakkında yazılanlardan bu sonuca varmışlar - kadınları bilirsiniz- Hoş varmasalar bile tam da gözlerine baktığımda hepsini okuyorum ya. İyi çocuk ama yasaklı bölgede işte anlatamıyorsun. Sadakat ilişki bittikten sonra biten bir şey değil, keşke bilse.

Neyse diğer köşede de beni işimden etmeye kadar getiren kendine asla güveni olmadığı için ömrünü insanları yermeye adayan bilinmez amcalardan biri var. Yani şimdi böyle anlatmaya başlayınca düşünüyorum da hayatımdaki azılı hayranlarımın hepsinin temel noktası önüne dünyaları serdiğimiz halde bizi nasıl istemezsin olayı. Bir kadının bir erkekten beklentisinin yalnızca sayılabilen şeyler olacağı öğretisi ne korkunç. Ama ondan daha korkunç olan şey bu yüzden duygusal zekalarını geliştirmek yerine yalnızca banka cüzdanlarını geliştirmelerinin yeterli olduğunu düşünen yüzlerce adam yaratması. Oysa bir erkeğin bir kadını yalnızca parasıyla etkileyebildiğini bilmesi bence en büyük utanç tablosu. Başka verebileceğin ne var sorusuna asla yanıt çıkmıyor çünkü durum böyle olduğunda. Vermeyeceklerinden değil bunun dışında bir kadına başka ne verebileceklerini bilmeyen adamlar dolu her yerde. Kadınları da aklamayacağım tabi bunu kabul edip bu minvalde kendini alınabilir satılabilir hale getiren ya da getirilmeye zorlanmış bir yığın kadın da var her yerde. Her zaman söylerim tüm dünyanın ihtiyacı olan yegane şey jartiyer devrimi. Jartiyeri yatak dışında da düşünebildiğinizde kadın ile erkek arasındaki devrim işte tam da ordan başlayacak. Ve bazı şeyler açıklanmaya çalışılmak yerine düşünülmeye bırakılmalı. Bunu bir düşünün siz de.

Müziğin insanın içine bu denli girebildiği, ruhla bu denli bütünleşebildiği hatta dünyadaki en iyi seksten bile daha iyi olduğunu söyleyenlerin haklı olduğu paralel evrenlerde yaşayan biz çadır gezginleri iyi biliriz ki "bütün insanlar gezgin olmak için vardırlar belki de bundan dolayı Kutsal Kitap geleneğinde Tanrı göçebe çoban Habil'in adaklarını yerleşik çiftçi Kabil'inkilerden üstün tutar, işlediği suçu Kabil'i gezginliğine mahkum ederek cezalandırır."* 
Müzik de bizim yolculuğumuz var olmayan dünyalara, var olan dünyalara, var olmasını notalarla mümkün kılacağımız dünyalara...

Ve sırada en sevdiğim şarkı varken karşımda en sevdiğim ama yollarımızı bir şekilde ayırmak zorunda kaldığım da beliriverdi işte. Kendine yeni bir hayat kursa da buraya yolu her zaman düşüyor. Çünkü hayatı boyunca onu kimse benim sevdiğim kadar olduğu gibi sevmedi. Kendimi övmüyorum tabi bu onun sözleri. Burdan çıkardığım ne kadar mükemmel bir insan olduğum filan da değil, buradan çıkardığım bir insanı olduğu gibi kabul ettiğinizde yani onunla onun karanlık yanlarını bile paylaşabildiğinizde onu ona rağmen de sevebileceğiniz alanlar keşfettiğinizde aranızdaki bağ aşksa da, sevgiyse de yüzyıllar geçse de asla kopmuyor. Bu mükemmel ilişki kurayım hayalleriyle öğrendiğim bir şey de değildi tabi. Çocukluğum o kadar kötü şartlar altında geçmişti ki hayatımdaki insanları bana yaptıklarına rağmen sevebilecek bir şeyler keşfetme zorunluluğuyla büyümüştüm. Bir süre sonra da alışkanlık haline gelen bu davranış aslında en büyük zulmlere maruz kalmama sebep olmuşken, konu aşka geldiğinde beni bulunmaz tutkulu bir aşık konumuna getirmişti. Aslında elimizde olanın ne olduğu değil, bunu doğru şekillendirebileceğimiz insanlarla neye dönüştürdüğümüz önemliydi. Goethe hep haklıydı: İnsan kendini insanda tanıyordu.

Ah! Yüreğimi her seferinde hikayeleriyle acıtmayı bilen asker de gelmişti işte. Ona kapım hep açıktı, çünkü o diğerleri gibi bakmaz, onlar gibi konuşmaz, gözüyle görmediği hiç bir şeyi doğru gibi kabul etmez gözüyle gördüklerinden de şüphe duyardı. Yalnız ülkesinin çıkarı için savaşırdı. Bu kulağa dünyanın en devletçi tanımı gibi gelse de anlattığı gizli görev hikayelerini dinlediğimde kafasındaki savaştan çıkan: "evim, vatanımdır" sonucuna ben bile ikna olurdum bir çingene olsam dahi. Dünyalar arasındaki casuslar, devletin gizli kolları, partilerin diğer partilere karşı düşman ülkelerle anlaşmaları, sömürülen ülkeler, devlet eliyle silahlandırılan terör örgütleri, kendi taraftarlarını devlete karşı uluslararası arenada koz olarak kullanmak için gözünü kırpmadan öldüren ya da hiç bir dinle bağlantısı olmasa dahi biatın tillahını yapıp yakalandıklarında da kendilerine sıkıp akan kanla duvarlara örgütlerinin isimlerini yazacak kadar hipnotize olmuş terör örgütleri... Tüm bunların içinde çalışırken en ufak hatayla ülkeyi savaşa dahi sokabilecek kritik durumlara maruz kalması ya da vatan haini ilan edilip ömrü boyunca uğruna savaştığı her şeyi ufacık bir yanlışı uğruna kaybetme riski, çatışmada kaybettiği arkadaşları, devletin içine sızan örgütler ifşa olduğunda gizli görevdeki devlet görevlilerini ifşa ettiklerinden bir gecede kaybettiği yüzlerce askeri, yüreği elinde hayatı ve daha bir sürü hikayesiyle o geldiğinde dünyanın esas savaşının döndüğü arenada her şeyi görecek kadar gözleri açık olan bu adamın varlığını bilmek beni daha derin kuyulara çeksede aklımı hep çok yönlü çalıştırmam gerektiğini hatırlatır bana. Çünkü onunla konuşurken asla bir sonuçla çıkamazsınız dert saydığınız şeyden ve amaç uğruna çözümleriniz canınızı yakacak olsa dahi göze almalısınızdır. Ama beni en çok etkileyen şey bunların hepsinin yanında her şeyi bir sakinlik ve olduğu gibi kabul etme örgüsüyle anlatması. Benim asla sahip olamadığım şeye dünyalar savaşının ortasında yanından kurşunlar, ölüler, ihanetler geçerken sahip olan adam, beni bu yüzden zorlar onunla birarada olmak. Bunun yanında beni hep güldüren o kadar çok açık kodlarla okur ki insanları bizim kafamızdan geçirip nezaketen söyleyemediğimiz şeyleri nezaketle vakit kaybetmemek için pat diye söyler. Ama öyle deme dediğimizde de mottosudur: bizim orda göte göt derler kusura da bakmayın der kestirip atar.  Ah bir de kıyamam tüm eşleri terk ettiler onu bir bir. E kim eve ne zaman geleceği belli olmayan bir adamı hatta eve sağ salim geleceği bile belli olmayan bir adamı isterdi ki. Bu yüzden burdaydı o da işte. Kayıp ruhlar çingene tiyatrosu. Yalnız gezgin ruhlar içindir. 

Bir savaşı bir akademisyen ile bir askerden ayrı ayrı dinlediğinizde dünyada hiçbir şeyin tekin olmadığını tam oracıkta öğrenirsiniz. Biri aklınızı ikna eder, diğeri kalbinizi. Oysa siz ikisini birlikte çalıştırmak için zorlar durursunuz kendinizi sanatçı ruhunuzdan ve bam! Dünya istediğiniz gibi değil küçük hanım, sizi böyle alalım çanları çalar da durur. Akademisyenlere mi nerden geldi konu? Tabiki çadır konserlerimizi şehirde az para kazanıp hala iyi müzik yapmaya çalışan bir biz kaldığımızdan kaçırmayan hocalar da vardı çadırımızda. Bazen alan araştırması yaptıklarından bile şüphelenirdim. Neyse ki beni herhangi bir kalıba koymakta hep zorlandıklarından muhtemelen kitleye yoğunlaşıp beni göz ardı etmeyi tercih edeceklerini düşünerek de avunurdum.

Ah! Şu köşede de diğer büyük şehirden gelen varis prens var. Sürekli etrafımda olmasına rağmen asla ilk adımı atmaz, onu ne de olsa her şekilde tercih edeceğimi düşünür de hiç istediği gibi olmaz. Bir kere konuşacak kadar zamanımız olmuştu hafta sonu alışveriş için şehre indiğimde, ne tesadüfse oradaydı -tabiki peşime taktığı uşağı haber vermişti- kahve içmek için oturduğumuz mekanda kafasındaki sürecin her aşaması belliyken benimle beş saat nasıl sıkılmadan üstelik ona göre sanki kendi dengi bir erkekle konuşurken aldığı zevki almıştı anlam verememişti. Kafasında çizdiği hiç bir şeyi vermemiştim ona ve sanırsam çok da kötülük etmiştim. Bu tarz insanlar lider ruhludur ve insanların tahmin edilebilirliğinden güçlerini sağlarlar. Kalıplardan, yargılardan, genellemelerden... Fakat siz onlara tahmin edemedikleri şeyler sunduğunuzda ki bunu yapım gereği isteyerek yapmıyorum aslında ama güç kaybına uğradıklarını düşünürler ve didikler de dururlar sizi. Bazen bunu aşk da sanarlar ama Ayn Rand'ın bir romanında kadın karakter için belirttiği gibi "herkes seni bir sanat eseri gibi düşünüp izlemek ister ama kimse sahip olamayacağı bir şeyi istemez" . Her neyse yalan olmasın arada ben de onun kırılganlıklarını anlamaya çalışmaktan zevk alırdım. Bu kadar güçlü bir kalenin yalnızca bir kaç belirsizliğim yüzünden birden tüm duvarlarının yıkılmasından ürktüm ve umarım kötü niyetli belirsizlik abidesi çingenelerle de karşılaşmaz diye dua edip onu da kendi hayatında özgür bıraktım çok sonra.

Ah! Bir de oyuncu tayfası vardı. Tabi bizim çadırda da vardı oyuncular ama bunlar kara kutu için büyük şehirlerde oynayanlardan tabi. Zenginler, ünlüler... Bizi meslektaş gibi görmekten ziyade arada yanımıza uğrayıp ne kadar başarılı olduklarını kendilerine kanıtlamak için uğrarlar çadırımıza. Ama sorsanız aslında bize hayrandırlar. Size kendileriyle denkmişsiniz aynı sorunlara sahipmişsiniz gibi davranırken bir yandan da müziğe olan aşkınızdan ziyade kazandığınız parayla ölçerler de sizi. Bunu sözlerinden sezemezsiniz çok da kibardırlar ama her davranışlarında, söz geçirmeye çalışmalarında, beğenmedikleri işlerinizde bunu gözlemlemeniz çok da kolaydır. Yatak dışındaki işleviniz yalnızca onlara başarısız olsalar ne halde olacaklarını göstermektir. Neyseki bu türlerin tarihe adlarını yazdırdıkları hiç görülmemiştir. Siz aç bir çingene bile olarak ölseniz kalbinizden geçen şarkılar yüzyıllara yayılırken onların yalnızca gençken kazanabildikleri üç beş kuruş, iki taltıftan başka bir şeyleri yoktur. Yine de şarkılarınıza konu da olurlar tabi. Biz çingeneler herkesin çirkinliklerini içimizden yermeye, güzelliklerini sesli övmeye pek meraklıyızdır. Bu yüzden size de selam ey sevgili Don Juanlar!

Bazen keşke Orson Welles'i radyo yayında anlattığı öyküyü New Jersey ve New York'luların yanlış anlayıp şehri Marslıların bastığına inanması gibi beni de şarkı söylerken o kadar ciddiye alsınlar ki  insanlar dünyayı aşk dolu bir yerden sayıp ayı da aşk dolu bir yere çevirmek için "fly me to the moon" söyleyerek uzay araçları arayalım istiyorum el ele, dudak dudağa, göz göze...
Olur mu, olur. 


Ve baget sesi ile sahne başlar:

ellerim uzanır göklere
kalbim açılır kalplere
bir istila bu kalpten başlayan
hadi dans et sen de benimle
söyledikçe işlerim içine
söylediklerim işler içime
aynı geminin yolcusu biz
başlayan biten tüm yalanlar bu çadırın dışında bu gece...

...

Dikkat burası yalnız gezgin ruhlar içindir, bu yüzden sonsuzluktur söylediğimiz, iyi biliniz. 




*Alberto Manguel 

Yorumlar