Ana içeriğe atla

Ah! Aşk ne güzeldi.

Sabahın körü uyanmaktan nefret ediyorum diyemeden neden uyandığını hatırladı.
Ah!
Nasıl atıyor kalbi hızlı hızlı, nefessiz kalıp orda öylece ölüvereceğini ya da elini kolunu asla hareket ettiremeyeceğini düşündü. Tüm bunlar olurken salgıladığı adrenalin çoktan duşa girip saçlarını tepeden tutturup yalnızca rimel sürüp sanki hiç makyajı yokmuş havası verme planlarını hayata geçirmişti bile.
Dans etmek istedi sonra, bağırarak şarkı söylemek, her şeyi tahtadan olan ve bu yüzden dekorasyonuna bayıldığı hatta keşke evimizde böyle olsa dediği pansiyondaki herkesi uyandırmak istiyordu. Dün havuzda yüzerken denk geldiği su içmek için havuza konmaya çalışan kuşlar kadar aptal
ama susuz hissediyordu kendini.
Uyanın!
Aşık olmak ne güzel şey.
Kaç aydır geri kalan tüm günleri yokmuş sayıp bugünü düşünmüştü.
Ne çok özlemişti onu.
Birini böyle sevmek ne kötüydü.
Birini böyle özlemek ne kötüydü.
Ah! Aşk ne güzeldi.
Hala bu kadar şanslı olduğu için nasıl bir sevap işlediğini sorguluyordu.
Tanrı ne çok seviyordu onu ki ona böyle bir sevgi bahşetmişti.
Üstelik sevildiğini de biliyordu bu da çok saçmaydı.
Aşk böyle olmazdı ki.
Öyle öğrenmişti.
Acı çekmesi gerekmiyor muydu sürekli?
Oysa ayakları yerden kesiliyordu.
Bilmem kaç milyarlık dünyada o tencereydi ve kapağı tam ona göreydi.
Ah! Kuşlar ne güzelsiniz.
Asla atlamadı hemen mp3'ünü de yanına aldı.
Hayalinde bu anı özel kılmak vardı.
Dünyanın en romantik anlarınan biri gibi gelmişti ona çünkü.
Sabahın 5'i.
Deniz kokan bir şehir.
Kalelerle örülmüş taştan dar sokakların başında o, sonunda sevdiği vardı.
Ve o bu büyülü ve yürüyerek 10 dakika sürdüğünü iddia ettikleri upuzun taş sokaklarda bir başınaydı, iki olmak, tek olmak için sonra.
Dışarı çıkar çıkmaz mavi terlikleri ve tiril tiril beyaz kısa elbisesiyle "Neden mp3'ümü yanıma aldım ki, hayat zaten bana en güzel şarkısını söylüyor gibi tam da şu an!" dedi. Elinin arasında sıkı sıkı tuttu, pişman oldu aldığına, olmasaydı elimi kolumu sallaya sallaya rahat rahat giderdim tüh dedi içinden. Sonra ona sarılırken ve yüzünü okşarken nereye bıraksam şu gereksiz mereti bak yok yere yük oldu bana şimdi dedi ki bu onun için ne önemli bir şeydi. Gerçeküstü mutlu olduğu zamanlar müzik dinlemeye de ara verirdi. Dünya detoksu gibi dünyayı dinlemeyi tercih ederdi ve gerçekten duyardı da; varlığı, yokluğu, hiçliği, ölümü, ölümsüzlüğü, sonsuzluğu olan, olması muhtemel her şeyi ya da olmayacakları da... Ve hepsini olduğu gibi kabul edecek kadar huzuru olurdu.
Ah! ne özeldi bu kapı ve o kapıdan onu geçiren kimseyi asla unutmazdı.
O yüzden biliyordu bu hikaye bitse bile bir gün o hep özel kalacaktı.
Gerçi neden bitsindi ki.
Seviyordu, seviliyordu.
Üstelik ikisi de bu işlerin bu kadar ilerleyeceğini planlamamışlardı. Biri tüm ömrünü şarkı söyleyerek geçirmek isterken resmen asker yolu bekleyen nişanlı kızlara dönmüş, diğeri dünyayı gezmek isterken resmen paralı asker olmuştu. Birbirlerinin hayat anlayışları bile o kadar farklıydı ki biri özgürlük savunucusu ama özünde muhafazakar yaşarken dünyaya başka bir dünya mümkün diyebileceği bir adam arıyorken; diğeri ömrü boyu özgür yaşamış ama muhafazakar ailesine muhafazakarmış taklidi yapacak ama muhafazakar olmayan bir kadın arıyordu. Aslında en başından beri ikisi de farkındaydı bu durumun, itiraf edemiyorlardı.
Çünkü ah aşk sen ne garip şeysin.
Düzeltiriz, yola sokarız nasılsa gibi hissettiriyordu.
Yine de aile üyelerinden birinin mesleğine laf etmiş olmasını yediremiyordu kendine, böyle çocuğun böyle yakını olsun ne saçma diyordu. Tertemizdi kalbi, kimseyi kırmayayım derken her şeyi karıştırıyordu. Öyle ki sana böyle söylediler ama ben seni tanısalar nasıl farklı düşüneceklerini söyledim onlara diyordu. Oysa onun kafası söylenenlerde takılı kalmıştı, onu tanıdıklarında değişeceğini bildiği ama bu önyargının yerleştiği ruhlarla tanışmak zorunda olduğu kabusunda.  Çünkü dünyadan artık eski kalıplar değil, bilinmemişlikler, görülmemişlikler bekliyordu. Çünkü insan nereye kök salarsa o toprağa benzer diyordu. Çiçeklerini soldularacak mevsimler yerine onları çoğaltacak iklimler arıyordu.
Aslında onu her şeyiyle seviyordu tüm aptallıkları, patavatsızlıkları ve tüm tamlıklarıyla. Ne çok şey biliyor gibi geliyordu ona ama entellektüel filan değildi. Okumayı da sevmezdi. Sayısal düşünürdü yalnızca ruhları da sayısal verilere çevirip incelerdi. Eylem yoksa fikir saçmaydı ona göre seviyorsan boynun kıldan ince olacaktı mesela. Ve tüm bunlardan bahsederken tarafsız olur herkese, her şeye hak verirdi. Dünyada onu kıskanacağı herhangi biri dışında tamamen kötü sayacağı kimse yoktu. Herkesin haklı bir yanı olurdu. Ama eğer ona asılıyorlarsa koca kazanlarda yansalar bir yudum su vermezdi. Hatta şeytana benim işimi neden sen yapıyorsun diye çıkışırdı.
Ah ne tatlı gülerdi.
Bütün bunlardan bahsederken sigara sarıyor olurdu.
Ne vazgeçilmez meret, şu aptal şey. Ama eline ne yakışırdı. Laf olsun diye sarmazdı sigarayı, sanat eseri yapıyormuş gibi her birine hep özenirdi. Sanki böyle sahne sizin demişlerde tüm ışıklar ondaykenmiş gibi özenle sarardı her birini. Bazen düşünüyordu hiçbir şeyi değil de sigarasını kıskanmışlığı vardı.
Ve ona gidiyordu ya şimdi.
Saat sabahın 5'i.
Sabah ayazı içini buz kesse de güneş çıktığı an 10 derece birden artacaktı hava nasılsa ki muhtemelen hatırlamayacaktı. Çünkü 5 dakika sonra yanında üşümeyi sevdiği adamla buluşacaktı.
Çünkü o hep sıcaktı, o ise hep soğuktu. Bazen konuşurlardı bu tesadüf olamazdı. Tanrı onları bir araya getireceği için birini hiç üşümeyen diğerini çok üşüyen yaratmıştı ve bu bir işaretti.
Hiç ayrılmayacaklardı. Hoş bunu bile önemsemiyorlardı. Nasılsa o kadar farklı ve özel şeyler yaşıyorlardı ki ayrılsalar ne olacaktı.
Bu dünyadan bir kez bile gerçekten sevilmeden gitmedim diyeceklerdi artık.
Bu yeterdi.
Söyleyin hem bu kime yetmezdi ?
Taş sokaklarda aptal aptal gülümsüyordu.
Bazen bu kadar kısa sürenin bu kadar uzayıp aklından ömrü boyunca düşünmediği kadar çok şeyin nasıl geçtiğini anlayamıyordu.
Evler ne güzeldi.
Taş sokaklar ne güzeldi.
Kale içinde olmak ne güzeldi.
Az sonra dün gece yalnız başına gidip Fransız bir çiftle tanıştığı balıkçının önünden geçerken içi burkuldu. Kapalı olunca hüzün hissetti ama açılınca ne güzel olacaksın diye bir gülücük attı. Sanki onunla birlikte bu duruma üzülen birini teselli ediyormuş gibi. Mutlaka onunla da gelmeliydi buraya çünkü o Fransız çift gibi yıllar sonra bile böyle aşkla bakmak istiyordu ona. Sonsuz aşk mümkün gibilerdi onlar çünkü. Yıllar yılı hiç ayrılmamış çocukları memlekette bırakıp taa buralara gelmişlerdi.
Onu beklediğini yarın geleceğini söylediğinde, ne güzel böyle aşık olmak gözlerinin içi gülüyor demişlerdi. Sizin de öyle demişti. Birbirlerine bakıp el ele tutuşmuşlardı. Hala seviyorlardı işte birbirlerini. Zor değildi.
Öyle oluyordu işte.
Öyle oluyor dedi.
Öyle oluyor sevince.
Ah! aşk ne güzel şeysin.
Saçlarını salladı. Kedi gördü kocaman gülümsedi. Sonra baktı kimse yok, çocukluğundaki gibi zıplaya zıplaya bir sağa bir sola gide gele yürüdü. Hatta baktı yollar bitmiyor koşmaya başladı. Ay tüh. Çok koşamaz ki o hemen tıkandı. Sonra eli telefona gitti telefon çalıyordu, çığlık attı geldin mi caminin önüne yoksa dedi. Koştu koştu koştu. Sağ tarafında halı yıkamacı vardı. Ne saçmaydı ama olsundu. Cami ordaydı ama diğer tarafına gitmesi için hala yolu vardı. Ay ne uzundu.
Koştu koştu koştu.
Gözleri dolu dolu oldu.






Ordaydı.
Ne zaman ayrı kalıp ayrılıktan delirseler o hep ilk buluşmada her seferinde utangaç olurdu. Sanki ilk defa tanışıyorlarmış gibi yüzü kızarır ya da daha çok etraftakiler ayıplar mı gibi oysa o mavi terlikleriyle koşa koşa sarıldı boynuna inanamıyordu, buradaydı.
Kokladı.
Öptü.
Sarıldı.

Biraz önce tenini okşayan rüzgarla mest olduğu taş duvarlı dar sokaklara el ele uzandılar. Gerisinde tek hatırladığı ne mutlu uyudukları, ne mutlu uyandıkları, ne mutlu oldukları. Ta ki ayrılık anı gelene kadar ama insan sevince uzaklar ayrılık gibi olmuyor ki. İnsan sevince olmuyor hiç bir dert büyük.

...






Yıllar sonra nedense çok alakasız bir yerde aynı rüzgarı hissedince kendini birden o günde buluverdi.
Ayrıldıklarının üzerinden 2 yıl geçmişti.
Sevmediklerinden değil aynı kaba sığamadıklarından ayrılmışlardı.
İlk zamanlar çok içerliyordu bu duruma ama kırgın değildi.
Daha büyük yaralar açmadan en güzel yerinde olması gerektiği gibi bırakmışlardı.
Dost da olamıyorlardı sevgilerine yenilmemek için.
Düşman da olamıyorlardı, ne gerek vardı.
Görüşmemek en iyisiydi.
Ne garipti.
Askere gönderirken berbere saç kestirmek ağır geleceğinden yanlışlıkla kısacık kesmişti saçını o istediğinden. Sonra öğrenmişlerdi ki yalnızca kenarları kısa kesip üst kısımda saç kalsa da oluyordu.
Ne çok gülmüşlerdi bu hale. Çünkü çok kötü olmuştu böyle. Ama öyle de güzeldi. Öyle de seviyordu onu.
Paraları yoktu çok fazla. Tüm arkadaşları dünya kadar zengin talibi varken neden geleceği belli olmayan biriyle vakit kaybediyorsun diyordu. Ne saçma geliyordu böyle söylediklerinde. Dünya para verseler 3 liralık o mis tantuni keyfini vermezdi hiç bir şey. O yüzden sanki hiç çok paraları yokmuş gibi gelmiyordu. Ne istese sahipti. Bunu fark ettiğinde tüm arkadaşlarından geriye yalnızca kalbin ne diyorsa evin orası diyenler kaldı. Yani bir artı daha haneye.

Ah! Aşk sen ne güzel şeysin.
Ne yaşarsan yaşa hiç pişman etmezsin.
Bu dünyadan sevilmeden gitmiyorum dedi.
Buraya not olsun.

Ve sabah 5 rüzgarı hala üşütüyorsun evet ama bu kez ısınmak için sığınacak bir yer aramıyorum,
tüylerim ürperdikçe yaşadığım her ana şükrediyorum, nasıl olsa her şeyin bir sebebi var dedi.

Kulaklıklarını taktı ve Arctic Monkeys'in o meşhur şarkısını dinledi.
















Yorumlar