Azıcık deli, azıcık şaşkın, azıcık aşık.

Önündeki koca ve yıkılmaz bir duvarsa kendine her zaman ileri gitmek zorunda olmadığını hatırlat.

"Size düşündükçe ilerlemekte zorlanacağınız şeylerden bahsedeceğim biraz.
Korkun diye değil sırf yan yolları da bilin diye.
Dünyanın en garip ironisi olabilir. 
İstismarcıların davranış kalıplarının arkasında sizin kaldırabileceğinizden daha derin korkular ve acılar yatar. Uzun süre duygusal istismara maruz kalan insanların ise çektikleri acıları direnebilir kılmalarının altında karşı tarafa acıyan bir yanlarının olmasının payı vardır. 

Cinsel istismara maruz kalan insanlarla o anları konuştuğunuzda dahi karşı tarafın sevgisizliğini cinsel başarıyla örtmeye çalıştığını gözlemleyebilirsiniz. Hatta "stockholm sendromu" bunun en güzel örneklerinden olabilir. İşkencecinin acısını içselleştirmek ve onun acısının sizin canınızı yakarak bir nebze olsun azaldığını bilmek. "

Böyle yazıyordu kitapta. Bugün boş günüydü kampın. Pazartesi kimselerin eğlenmeye ayıracak vakti yoktu. Herkes çadırında özgürdü. Böyle günlerde sabahın erken saatlerinde çingene kampında olabildiğince fazla insanla vakit geçirir ama geceleri kızlar çadırı dışında olmaktan hoşlanmazdı. Çünkü alkol ve diğerleri işin içine girince kimse geceyi yalnız geçirmek istemez bir eşleşmenin içinde kendini bulsun istemezdi. Çalıştığı insanlarla herhangi bir duygusal/cinsel ilişki içinde olmaktan oldum olası nefret etmişti. İşine aşıktı ve işini yaparken dikkatini ondan daha fazla verebileceği biri etrafta olsun istemezdi. Aslında bunun yanında olumsuz sonuçlanabilecek bir ilişki sonunda orada duygusal zayıflıkları yüzünden daha fazla çalışamayacağını bildiğinden bu durumlara düşmek zorunda kalmayı hiç tercih etmemişti. Müziğine aşık olduğu birine de aşk hissedemiyordu çünkü onlara baktığında gördüğü sadece müzikti. İnsan yanlarını görecek kadar geçemiyordu müziğin arkasına.

Ama her neyse. 
Bugün kendinden bahsetmeyecekti. 
"Sözcüklerin gücü vardır." 

Bu cümleyi düşünüp duruyordu günlerdir. Bilmediğinden ilk kez duyduğundan değil. 
Karşısına çıktığı anda sözcükleri eline verilmiş bir silah olarak hayal etmişti ve tetiği çektiğini hatırladı. Hala bu yaptığıyla ilgili hiçbir acı, pişmanlık hissetmiyordu. İnsan bu noktaya nasıl geliyordu? Ne kadar güçlü olursan ol herkesin dönüştüğü, değiştiği bir sınır vardı.  Çok şaşırıyordu bu duruma. Öldürsen de gerçeği de söylemeyecekti planı buydu. Ona kalsa yıllarca planlayarak, kasıtlı ve tadını çıkararak işlediği bu suçu, suç olarak bile görmüyordu ve açık da etmeyecekti. Şiddete maruz kalan kadınların kocalarını öldürmeleri gibi canını yakan birini hem de kendi silahıyla vurmuştu. Bilerek, isteyerek hayatında ilk kez kötülükten zevk alarak. Üstelik olmadığı biri gibi davranmayı bile planlamıştı da yaparken ne de çok utanmıştı ne garip. Ama hayatında ilk kez bu gücü kendinde bulmuştu. Hayır şu an benim başıma bunlar geldi diye uzun uzun anlatmayacaktı ya da daha önce defalarca yerden yere vurulduğundan da bahsetmeyecekti. Çünkü bazı acılar o acıları deneyimlememiş birine anlatıldığında sonu acı pazarlama şölenlerine dönüşüyordu anlaşılabilmek için. Ama sadece iki kişinin bildiği, anlaşabildiği bir dille başka biriyle konuşmak  nasıl mümkün olabilirdi ki? Seneca "bazı acılar dilsizdir" derken bu duruma da selam çakmıştı belki. 
Her neyse.
Hala bunu itiraf etmek zorunda mıyım diye kendisiyle kavga ediyordu ama evrenle ilişkisi kesildiğinden beri duruma çok bozuluyordu. Üstelik işin en ilginç yanı dünya artık başka bir döngüye girmişti, fizik kuralları iki kat hızlı işliyordu ve bu dönüşüm içerisinde daha önce geçtiği kapılar özgür olduğu takdirde onu hala kabul edip güvenli titreşimlerde yaşaması için kabul ediyordu. Ama deneyimlemek için girdiği garip yollardan çıkmalı, ileriye gitmek için yıkmaya çalıştığı duvarları ya da yıktıklarını ona direnmeyi de öğrettikleri için selamlayıp yan yollardan yoluna devam etmesi gerektiğini söylüyordu. 
Ve bir çingene evren ile işaretleri her zaman dinlerdi. 
Dünyanın her zaman ileri gitmelisin diye bir kanunu yoktu.
Oysa biz bunu böyle kabul etmiştik.
Ama doğru olan bu değildi. 
Öğrenmişti.
Anlamıştı.

Diyorum ya hala çok keyif alıyordu bu durumdan. Saatlerce çalan telefonun açılmayacağını bildiği halde umarım açılmaz daha fazla çirkinleşmek zorunda kalmayayım nolursun diye dua ettiği halde dahi kendine sürekli bunu kendi sağlığın için yapmak zorundasın unutma bazı insanlar yaşattıklarını yaşamadan gerçeği asla görmezler diye hatırlatıp duruyordu. Gerçeği görmelerini istemesen dahi senin çektiğin acıları onlara çektirdiğinde seni bir daha asla rahatsız etmezler. Bu genel geçer bir kuraldır. Hatırla. Babandan öğrendin. Yıllarca tek taraflı sürdürmeye çalıştığın halde bir kere ipin ucunu bıraktığında artık yapayalnızdın ama özgürdün biliyorsun. Üstelik en güzeli senin üzerine askı diye taktıkları kendi egolarını onların beklediği şekilde davranmayarak yıktığında yani ellerindeki seni olmadığın birine çevirme gücünü sana verdiklerinin farkında olmadıklarında ve sen bu gücü kullandığında hayatlarında ilk kez senin için üzülürler. Ama özünde kendi egolarını yanılttığın içindir hepsi. Onların istediği iliklerine kadar sömürebilecekleri iyi kalbindir, masumiyetindir. Başka türlü davranırsan seni nasılsa günahkar olmakla suçlayacaklarından ya da içten içe anneleriyle halledemedikleri sorunlarını senin üstüne atarak seni şeytanlaştıracaklarından korkacağını düşünürler. Ve sen bunu bilirsin.  Acımak yok, acı çektirmek var. Üstelik bunu içinde ölen o küçük kıza borçlusun. Onu kaybettin ve bundan zerre sorumluluk duymayan insanları kendin için olmasa bile dünyaya virüs gibi yayılmasınlar diye cezalandırmak zorundasın. Hatırla ve asla kapatma o telefonu.
Bırak sana isterlerse katil de desinler.
Düşünülmeden yapılan kötülük nasıl değersizse varsın günahın olacaksa da düşünülüp yapılanından olsun.
Çünkü idam tahtasına çıktığında öldürdüklerin ve sen de dahil olmak üzere kimse sana kızmayacaktır.
Üstelik Hitler'in yaptığı katliamları hiçe sayıp kendi intihar etmeden önce "iyi niyetinden" köpeğini zehirletmesindeki gibi "iyi niyetliyim" diye gezen diktatörlerin sana kanını iliklerine kadar emen sinekleri neden öldürdün ne büyük canilik bu diye kızması gibi bir durumda sinek katili olmaktan utanmamalısın.
Çünkü iyi niyet sömürücüleridir esas katili dünyanın.
Cana kıyamazsın yaratandan ötürü madem ama Canan'a kıyarsın.
Kendi ellerinle varsın azıcık karmanı kirletiver.
Ne de olsa bilirsin. Evrenin terazisi akıl tüccarlarının terazisinden daha adildir.
Ben benim hakettiğimi alırım elbet de sen seninkilere odaklan der boynundan öperim.


Ve en güzel yanı. İnsanlar yazılarıyla kendilerini uzun vadede istemeseler de ele verirler. Dünyanın en manipülatör insanlarının bile yazıları, kronolojik olarak incelediğinde o yazılar siyasetle ilgili bile olsa o kişinin korkuları, zayıflıkları hakkında fikrin olur. Çünkü yazan ve söyleyen insanlar istemeseler bile kendilerini istemedikleri kadar ele verirler. Ama kim olduğunu bildiğin hissettiğin bir insanın iletişim sürecinde olduğundan farklı davranması kafanızı allak bullak eder. Şarkılarını sevdiğiniz bi' şarkıcıyı gördüğünüzde sizi tanımadığını fark ettiğinizde yaşadığınız hayal kırıklığı değil ama bu dediğim; sıranıza aşk şiiri bırakan çocukluk aşkınıza okulda gülerek günaydın dediğinizde sınıfta ki karizmasına zarar gelmesin diye size soğuk nevale gibi selam vermesi gibi daha çok. O zaman ne yaparsınız? Binlerce işe yaramayan şirinlik denemesi sonucu saç çekmeli, tekme atmalı gün sonu müdürün odasında biten kavgalar baş gösterir. Bir keresinde ortaokulda tarih hocamız artık okul ikinizden de bıktı diye bizi azarlarken hiç düşündünüz mü birbirinizi sevmediğinizden değil birbirinizi sevdiğinizden kavga edip okulu birbirine katıyorsunuz. Üstelik sizi seven arkadaşlarınız da peşinize takılıp birbirlerine yok yere düşman oluyorlar. Bunu herkes görüyor da siz nasıl göremiyorsunuz bir karar verin de herkes rahat etsin demişti. Tabi bu konuşmanın sonunda daha küçüksünüz zaten hayatınız kendine yol çizdiğinde birbirinizi seviyor olmayacaksınız her şeyi bu kadar ciddiye almayın demişti.
Hatırlıyorum, o zaman da dinlememiştim sözünü.
Galiba hala dinlemiyorum.
Ama hala hak vermediğim şey her şeyin ciddiye alınmayarak yaşanmasının doğru olmadığı, haklılık payı verdiğim şey ise ciddi yaşamayacaksın. Olan her şeyin bir sebebi olduğunu ister isteyerek, ister zorla kabul edeceksin. Ama sebebi neydi ki diye de gezmeyeceksin. Kabul etmekten nefret etsem de her şeyin yerine oturduğu bir oyunu bitirdiğinde veziri planlamadığın halde neden kaybettiğini anlayıp şah-matın keyfini çıkaracaksın. 

Ve hayal etmeni isterim. Şah olarak ortasında durduğun bir satranç tahtası var. Tüm taşlarını kaybediyorsun üstelik. Ama kayıp dediysem Harry Potter Felsefe Taşı'nda satranç sahnesindeki gibi yerle bir ederek, ölümüne oynanan bir oyun bu. Taşlar, kılıçlar havada uçuşuyor.  Üstelik seni mat etmesini beklediğin hamlede bile, piyonunu ele geçirmeyi tercih ederek oyunu uzatan bir rakibin var. Sense elinden geleni yapıyorsun ve amacın kazanmak bile değil keyifli bir oyun geçirmek sadece. Ama öyle dişlerini bilemiş ki rakibin acımadan, sana hamle hakkı vermeden üstelik keyifle hemencecik bitirip sonra daha keyifli oyunlar oynamanız için yeni başlangıçlar yapabileceğiniz oyunu günlerce hatta yıllarca sürdürmek niyetinde. Rakibiniz kazanmanın, yerden yere vurmanın Felsefe Taşı'nı korumanın bir gerekliliği, zorunluluğu olduğunu düşünerek oynadığını düşünüyor ama anlam veremediğiniz zaten amaç oyunu kazanmaksa avantajlı tarafın oyunu daha acılı hale getirerek uzatmak istemesi. Hani şah-mat dese oyun bitecek. Kazanan taraf o olacak ve isterse tekrar oynama şansınız bile olmayacak. İşin garip tarafı oyun uzadıkça en çok kayıp veren siz olduğunuz halde gittikçe güçlenmeye başladığınızı hissedersiniz. Belki de taşıyacağınız yük kalmadığından yalnızlaştıkça, eksildikçe güçlenirsiniz. Oysa rakibiniz gittikçe silahlanır, gittikçe güçlenir, gittikçe başladığı yerden uzaklaşır ve gittikçe esas amacını unutur. Sonra ne olur peki. Siz tek taşsınızdır. Yapabileceğiniz tek hamleyle karşı tarafın Şah'ı burnunuzun dibindedir ve onu yerle bir etmek için tek bir hamle yeterlidir. Ama rakibinizin egosu o kadar şişmiş, gücü inancı haline öyle gelmiştir ki sizin hamlenizi göremeyecek kadar zayıftır. İlk başta bu kadar iyi oyun çıkaran birine içten içe saygı duyup bu hamlenin hak edilmediğini düşünürsünüz. Ama elde etmek istediğiniz şeyin dışında en azından adil bir oyun olsuna bile razıyken siz, sizle oyun esnasında konuşmayacak kadar nezaketsiz olan üstelik oyun bitmediği için hayatınıza bir türlü odaklanamayıp sürekli stratejiler geliştirmek zorunda olduğunuz bir döngünün içerisine çekilmişsinizdir. Sonra hamlenizi yaparsınız. 

Şah.
Mat.





İnandığın gibi merhametli, zayıf, oyun bilmez biri değilim. 

Üstüne bir de oyun sonrası asla rakibinizle konuşmaz, o ilham kokan taşı hiç çekinmeden alır onun asla bulamayacağı bir yere götürürsünüz.

Ve yıllardır oynanan oyunda tüm gücün elinde olduğunu düşünen Brütüs, Sezar öldüğünde ne yapacağını hiç düşünmemiş olacak ki ne Roma'yı kurtarabilir, ne kendini. 
Anlamadığı şuydu; Sezar'ı sevdiğinden değildi tüm bu olanlar, Roma'yı da. 
Kendini sevmek istediğindendi hepsi. 
Sen de mi diyor ya Sezar, 
içimi en çok sen görmedin mi ?
içini en çok ben görmedim mi ? diyor belki. 
Peki neden ?

Sen de mi Brütüs! Öyleyse yıkıl Sezar!


Brütüs'ün ihaneti Sezar haksız bile olsa ne Roma'yı kurtardı, ne Sezar'ı, ne kendisini. 
İç savaşlara yol açtı. 
Öyleyse yıkıl Sezar. 


Ve tüm ışıklar karardı. Ne taşın getirdiği ilham, ne rakibin kazandırdığı taktiksel zaferler. 
Yerine koskocaman bir hüzün. 
-Neden bunu yaptı ki Sezar. Neden sevmedi Roma'yı benim kadar.
Belki de Roma'yı sevmediğinden değil Brütüs'ü sevdiğinden anlattı ona en karanlık sırlarını dahi ki Brütüs iyiyi bile kötü gördü sırf bundan.

Öyleyse sana da kalmasın Brütüs Roma.
Kalmadı da. 



"Sözcüklerin gücü vardır." 



Eğer amacın üzüm yemekse, bağcı dövmek değilse yıllarca yalvarabilirsin bağ sahibine. Ama bu dövmeyi, çalmayı bilmediğinden değil, üzümü çok sevdiğinden. Yine de bağcıyı dövüp ağız tadıyla üzüm yediğinde hayatına devam edebileceğini sanıyorsun. Ama bu hiçbir şeyi çözmüyor. Zorunda kaldığında kötülük yapmaktan korkmamalısın, geçerli bir kural değilmiş, değildi. 

Bunların hepsini açık etmek için tek bir şey görmem gerekti. 
Gördüm. 
Düşündüm.
Ömrüm boyunca böyle bakmama sebep olan ve bunu gördüğünde bile bundan zerre pişmanlık üzüntü duymayan, en zayıf anımda dünyada beni olduğum gibi anlayabilecek tek kişi olduğunu sanıp ayağına gittiğim zerre beklentim olmadığı, tek kelime bile etmese sadece orda dursa yeteceğini bildiği halde bunu oyunu kazanmak için hamleye çeviren birine aynı şeyi yaparak nasıl mutlu olabileceğimi düşündüm. Üstelik seni kendi oyununla vurmaya çalışacağını, sana katil, platonik, ruh hastası hatta deli bile diyeceğini bildiğin halde.

Teoride çok keyif almıştım ama gerçek olduğunu gördüğümde yani sözcüklerin silah olduğunu ve yerlerin kan revan içinde olduğunu gördüğümde dönüştüğüm insan olmaya devam edemeyeceğimi fark ettim. Sürdürülebilir kötülük ve kin bana göre değildi. Ben ömrüm boyunca bunun yerine hep yan yollara gitmeyi tercih etmiştim ama hayatımda yalnız iki kere önüme çıkan o duvarı yıkıp geçtiğimde altında kalanları umursamadan mutlu olacağımı düşünmüştüm. 

Yine de yaptıklarımdan pişmanlık duymuyorum. 
Yaptığım her şey hakedilenlerdi.
Üzerine düşünülenlerdi.
Ama kendimi sürdürülebilir kötülüğe devam ederek olmadığım biri gibi davranmaya zorlamayacağım. Ben özgürüm hiçbir acının esiri olmayacağım. Kimseyi olduğu dışında kabul etmek zorunda hissetmedim kendimi. Herkesin en acımasız hallerini bile kabul edebilecek kadar güçlü görüyorum kendimi. Kimseyi de hayatımın merkezine koymadım yaşayamayacak kadar.

Ve tüm bu anlatılanlar benim için bile değil. 

Eski bir dost, eski bir sevgili, eski bir arkadaş için de değil. 
Bu hikaye onun istediği gibi gitmesin, kafasındaki çiçeğin boyu o kadar uzun olsun ki aşağıdan baktığında dikenli çalı sanıp oradan koşarak uzaklaşıp o çiçek hakkında yazı yazmaktan vazgeçsin diye yazıldı. Böylece çiçek o istemedikçe tenine asla dokunamayacağı, gözyaşlarını silemeyeceği, üzüldüğünde sarılamayacağı, en derin acılarında bile onu iyi edeceğini bildiği halde o istemedikçe onun için uzaktan yalnızca gözyaşı dökebileceği üstelik bunu yalnız kökleriyle yaptığı için prensin bunu asla bilemeyeceği gerçeğiyle yaşamaktansa bir başına olduğu gezegende yıldızlara bakmaktan hiç vazgeçmesin diye yazıldı. En hüzünlüsü de yapılan kötülüklerin ne prense, ne çiçeğe, ne Sezar'a, ne Brütüs'e ne de Roma'ya faydasının olmadığını anlamanın hüznüyle yazıldı. 


Ve tüm bu yazılanlar insanlar ne yapmış olurlarsa olsunlar onlara hakettiklerini verme işini evrene bırakılmasının beyanı.
Çünkü çiçekler hiçbir zaman kötülüğün temsilcisi olmamalılar. 
Çiçekler kalpleri kara elleri bile süsleseler her zaman güzellikten yana olmalılar. 


Cadılar, çingeneler, çiçekler...
Ne yapmış olursan ol sana gerçeği gösterme dışında istila hakkını asla kendilerinde bulmayacaklar. 
Asla senin kadar acımasız olamayacaklar. 
Çünkü sen dahil herkesin özgürlüğü ve huzuru hakettiğini düşünüyorlar. 
Katilsen de senin sevdiklerinden birini öldürüp onları anlamanı beklemenin dünyayı daha iyi bir yer yapmayacağını biliyorlar. 





Size kendimden bahsetmeyeceğim bugün dedim. 
Yalan söyledim. 
Yaptıklarımdan hala pişman değilim. 
Ama bu gece sürdürülebilir kötülüğü ben senin gibi değilim olamam demek için sonlandırıyorum. 
Ben evrenin etrafımda dönmesinden önüme çıkan duvarları yıksam dahi tam hedefe ulaşacakken altta kalanları kurtarmak için her şeyden vazgeçmeyi hala, yaşadığım tüm acılara, tüm haksızlıklara hatta bunu yaptıklarımın asla benim davrandığım gibi davranmayacağını bilirken dahi soylu buluyorum ve bunu bir kez yaşadın mı aslında  yolun hep ileri olmadığını görüp öyle çok yolun olduğunu fark ediyorsun ki. Ve ne kadar çok yolun varsa o kadar çok mevsimin var ve ne kadar çok mevsimin varsa o kadar çok bulutların, umutların oluveriyor. 

Sözcüklerin gücü var ve ben bunu yaşama iştahımla beslemek istiyorum. 
Seni hiç beklemediğin bir şekilde vurduğum için üzgün olmayı dilerken eksik olduğun şölenler için de üzgün olmayı diliyorum. Ama değilim. Bu benim şölenim. Her şey kabulüm ve artık kendim dışındaki şeyleri kontrol etmeye çalışmak yerine evrene verebileceğim tek şeyin sevgi olması için çabalıyorum. Yaşadığın çoğu şeyi haketsen bile seni beni yıllarca öldürdüğün yerlerinden öldürmeye son veriyorum.

Sezar öldü. 
Brütüs öldü. 
Roma bile öldü. 

Rodin'in, canım Camille Claudel'i eserler benim dediğinde ya herkes öğrenirse diye korkup hastaneye kapatması gibi platonik deli diye adım çıkacaksa da çıksın. Aklı başında samimiyetsiz sanat icraa etmektense, deli hastanesinde dillere destan bir şölen yaşarım. Hem Rodin'in "Düşünen Adam" heykelini de Bakırköy Akıl Hastanesi'ne konduruverdiler baksana. Senin o "gerçek insanların" üniversitelerdeki heykellerinle övünürken gün gelip akıl hastanesindeki eserinle yerindiklerinde dahi deli ilan ettiklerin bir zamanlar ustaları olduğunu düşündüklerinden o heykele hep saygı dolu gözlerle bakarlar. Ama sen "gerçek insanlarınla" delileri çekiştir, durma.  Nasıl olsa onlar seni en çok sen delilerden bahsettiğinde seviyorlar.  Neyse ki delilerin hepsi Camilla gibi düşünür, bilirler eserlerini çalmış olabilirsin ya da ilham belleyip sonra bir kenara atmış da olabilirsin ama bizim zayıflıklarımız bile sanatı yüceltmeli. Öyleyse kelimleri oyuk oyuk oymaktan zevk almana sebep olan adamın eserlerine seni deli hastanesine kapatsa bile saygı duyarsın.


Şöyle ki ben çiçekler de şiirler de kendi yollarında dilediğince yaşasınlar istiyorum. 
Dilerim ki elinden aldığım her şeyi kendi şölenlerinde tekrar bulabilirsin. 
Dilerim ki aradığın şey her ne ise artık kendini kandırmaktan vazgeçip denize anlatabilirsin.
Suya anlat akıp gider derler. 
Sen suya anlat, akıp gitmez. 
Seni bir şekilde bulur, sarar, dönüştürür de korkma değiştirmez. 
Dilerim ki tüm korkuların egonu beslemek yerine o inanılmaz yeteneğini besler. 
Seni asla güçsüz biri gibi görmedim, olduğundan daha fazla olabilmeyi isterken bunu yapman için o kadar basit yollar varken kendi etrafında acılar içinde dönmene üzüldüğümdendi hepsi. 
Sen istemesen daha fazlasını ona bile itirazım yoktu. 
Sende yanan ve çoğu zaman seni beslediğimi düşündüğüm o sonsuzluk ateşini sana verdiğim kadar kendim de aldım. 
Ama ben dağlıyım. 
Dağ kanunlarını insanların kanunlarından üstün tutarım. 
Doğa kanunlarını da öyle. 
Bir ağaç devrilirken ses çıkarmıyor diye o ağacı kesenlerin başına bela olur gerekirse o ağacı kana susamış insanlara bırakmam da ellerimle keserim. Zerre dalını da koklatmam onlara. Ağaç küser mi, küssün. Sonsuza kadar yaşayabilecek kadar güçlü olabilecekken sırf nezaketinden insanları alttan almayı seçip köklerindeki çiçeklerin üstüne basmalarına üzülmüyorsa ve köklerindeki çiçeklerin değil onla yalnızca fotoğraf karesinde olabilecek insanlar için hem tüm hayatını, hem evrenin temiz enerjisini hem de kendini kirletiyorsa çiçekleri de ağaçları da kendi ellerimle sökerim. 
Üzgünüm.

Ya da saçların dökülür, göbeğin çıkar. 
Yaşlı dede bile olursun bir gün. 
Ama cadılar, çingeneler, çiçekler...
Sen bilmezsin de bunların hiçbirini önemsemezler. 
Senin en büyük korkularını bildiklerinden oyuna dahil edip can yakmak için kullanırlar bunları sadece. 
Ve ne yazılırsa yazılsın, ne çizilirse çizilsin bu hikayede kimse suçlu değil.
Dünyada bir akış var, bizim ise neden dahil olmadığımızı bilmediğimiz bir akış var. 
Artık savaş yok, 
Sezar yok, 
Brütüs yok, 
Roma yok. 
Artık başka bir çağı dünyanın. 

Bu gerçek bir veda. 
Ama ikimizi özgür kılmak için. 
En içten dileklerimle ne istediysen bin fazlası olsun. 
Ama ne yaşıyorsan yaşa içinde bir yere kapatıp her gün ağladığı için üzüldüğün o çocukla ve onu üzdüğünü düşündüğün kadınlarla barış artık. 
Ve inan bu seni mutlu edip yazamayanlardan değil, Ege kıyılarından Atlantis'i çıplak gözleriyle görebilen biri yapacak. Acı istiyorsan gördüğün şeylerin bin katını da anlayabiliyor olmanın ötesine geçeceksin. Üzülme daha kaliteli acılar edineceksin. Ama kaybettiğini sandığın ve korktuğun o çocuk seni yüzyıllar sonra sarılarak uyunan kütüphanelere saklayacak. Ve Sezar ölecek, Brütüs ölecek, belki Roma bile ölecek ama sen ölmeyeceksin. Üstelik söylediğin tatlı yalanlar değil, yüzyıllar sonra bile geçerli olacak aforizmaların belki bir hükümdarın ilhamı olacak, bir aşığın, bir babanın ve güzel aileler, güzel yataklar, güzel ülkeler öyle kurulacak. 
Sırf sen gerçekleri söyleyen cadıların avından yorgun düşmek yerine içindeki çocukla barıştın diye. 

Ve evet bu yazı benim hakkımda değil.
Yalan söyledim. 
Bu yazı bizi özgür kılmak için.

Yıkılan diktatörlük sonrası kurmaya çalıştığımız o kendi koca ormanımızda sana da kendime de başarılar dilerim.
Yolun ışık olsun.
Yolum ışık olsun. 
Özgürüz.
Yan yollarımızda.

Kalbini acıtıyorsa kalbim, kalbime bakma.
Yan yolların var, ordan git. 
Ben öyle yapacağım.


Beni de düşünme; ben mutlu kahvaltılara uzanan mutlu sabahlar da sıcacık insanlara çay demliyor olacağım, beklerim demek isterdim ama beklemem biliyorsun. 

Ve unutma: kimse kazanmak zorunda değil artık. 
Hoşça kal. 
Bu dünyanın en mutlu vedası çünkü.


Veda şarkımız da olmalıydı elbette. 
Tom Waits'den gelsin madem.
















Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

18- Lolié: Karpuz Ağacı

20 - Lolié: Tılsımlı Kolye