Ana içeriğe atla

"The angel seeks the light, the beast seeks the dark."



Uzun zamandır seni buralarda görmemiştim Martha, otursana.

-Aslında bir görevi tamamlamak için burdayım ve muhtemelen eskiden hatırladığın kişi değilim ama oturacağım.

Farkındayım, aslında herkes değişiminden bahsediyor ve görüyorum ki kendin bile oldukça şaşkınsın bu duruma. Ama olanların aksine daha sakin, daha huzurlu ve ilginç bir şekilde daha farklı gördüm seni. Hatta garip olacak belki ama haline mutlu bile diyebilirim.

- Olanları bilmene ve gözlemlemene sevindim çünkü artık yaşanılan şeyleri anlatmaktan eskiden olduğu kadar zevk almıyorum, yani tüm hikayeyi baştan anlatamazdım. Anlatsam da saçma olurdu. Biten ve geçen şeyler üzerine harcanan vakti hep ziyan olarak görmüşümdür her ne kadar böyle yaşayamasam da değiştirebildiğim şeyler oldu. Eskiden geçmiş anıların güzelliklerini tekrar tekrar hayal ederek yaşamayı severken şimdilerde yeni anılar yaratıp içlerinde mutluluk sarhoşu olmakla ilgileniyorum ve daha gerçek, daha iyi hissettiriyorlar. Ama hepsinin yanında önemli olan daha öğretici olmaları. Çünkü belli bir anıya saplandığın zaman ister istemez hikayeyi kendi istediğin gibi kılıyorsun. Biliyorsun bizler iflah olmaz romantikleriz ve anıların içinde gerçekçi bir kalple gezmemiz imkansız. Her kötülüğü, her haksızlığı bile anlamlı sevgi belirtilerine yorup kendimizi kandırmakta ustayız. Çünkü sanatı yaratma şeklimiz bu. Ama bilgi burada değil. Hayal gücü hep önemli, hep olmalı ama bizlerin görevi insanları gerçek olmayan rüyalarla oyalamak değil hele ki kadınları, o şairlerin görevi. Biliyorsun bizim önceliğimiz kadınlar. Onlara gerçekleri anlatmamız gerek. Çünkü yaratılan sistem onları masallarla oyalayarak köleliği sevdirdi. Yaratım gücünü Tanrı ile paylaşan bir ruhu köleliğe ikna edebilecek kadar güçlü, göz boyayan tek duygu ise aşk, biliyorsun. Kölelik  aşk kavramı ile öyle güzel örtüldüki, sevmeyi ve sevilmeyi eşitsizliğe boyun eğmek olarak gören bir sürü kadın yarattık. Sevdiği adama boyun eğmeyi aşk sanan bir sürü kadın. Ama en korkuncu "aşk"ın ne olduğu hakkında artık kimsenin fikri olmaması. Çünkü içinden sevgiyi öyle söküp attılar ki birbirine "sahip" olduğunu düşünmeyen herhangi biri bunun aşk olduğuna bile inanmadı. Bir erkeğe kalbini verebilirsin, tenini de ama ona onurunu teslim edemezsin. Bu sadece hayatına giren erkekler için de değil ailene ya da herhangi birine ait olmayan en yegane şeyindir senin "yaşam onuru"n. Muhtemelen neden bahsettiğimi bile anlamayacak o kadar kadın çıkar ki bunu okuduğunda... Ne üzücü değil mi ?
Yaşam onuru: seni sen yapan şeylerdir, hangi işi yapmaktan, hangi kıyafeti giymekten zevk aldığın, hangi saç rengini sevdiğin ya da cinsel hayatını nasıl yaşamak istediğin...  Yüzyıllardır hala tartışılan konuların bunlar olması bilime, gerçeklere, akla hatta sihre o kadar aykırı ki konuşurken hala bu tarz şeylerin içinde olmaktan midem bulanıyor.

Peki sen Martha? Bütün bunlar gerçekten bununla mı ilgili ?

- Öyle olduğunu biliyorsun. Sorduğun eğer çelişki yaşayıp yaşamadığımsa hayır yaşamadım. Elimden geldiğince durumu anlatmaya çalıştım ama tutku öyle zehirli bir duygu olabiliyorki bazen bir erkek için kabul etmiş görünmekte çok zorlanmıyorlar. Çünkü dünyada hangi erkeğe sorsak kadın haklarına saygılı ve eşitliğe inanıyorlardır değil mi ? Oysa ölmediğin sürece kanınla beslenmemde ne sorun olabilir ki diyen vampirlerden farksızlar çoğu. Bu durumun erkek eğitimiyle de alakası yok. Bu durumun kadın eğitimiyle alakası var ve ne kadar savaşçı olabildikleriyle. Ama işin en güzel yanı şu ki az gibi görünürken o kadar fazlayız ki. Dünya tarihinden bu yana en köklü değişiklileri yapıyoruz.
Durum böyleyken benden nasıl davranmamı beklerdin ki ?

Kalbin de gerçekten böyle mi söylüyor ?

- Buna o kadar içten cevap verebilirim ki, evet. Ona bunu öğretmem ve birbirimizi anlamamız için çok acılar çektik, çok gözyaşı döktük, çok yalnız kaldık ama olması gerekeni biliyoruz artık.  O yüzden bu huzur belki de. Yeni olan şeylere iştah, dokunmaktan, hissetmekten korkmamak, kaybolmak, her kibar teklife yetmez ama evet demek, sonunu, sonucunu bile bile deneyimlemeden emin olamam hali ama en önemlisi geçmişi ve hayaletlerini özgür bırakabilme gücü... En zoru ama en gerekli kısmı.

O zaman ne işin vardı orda ?

- Kendi yaşamına son veren bir yakınımızın cenaze törenine gitmiştim. Sanırım benim kendimle ilk iletişimim o zaman oldu. Zamana ilk boyun eğişim bile diyebiliriz buna. Kendisi aleviydi ve cenazeyi bir alevi dedesi yönetiyordu. Sözlerini tam cümleleriyle aktaramayacağım sana fakat cenaze törenlerinin spiritüel yanından bahsetmişti. Bu törenin ölenden daha çok geride bırakılanlar için yapılmasıyla ilgili. "İçeride duran ve gitmesine izin verilmeyen acı sizi de yavaş yavaş öldürür." demişti. "İçinizdekini -iyi ya da kötü- mutlaka söyleyin kaybettiklerinize ve vedalaşın onlarla. Bu en sağlıklı olanı. Bu tören ondan çok sizin için, yola devam edebilmeniz için." Hatta bunu isterken elimizi kalbimizin üzerine koymamızı istemişti. Ve ben hayatımda ilk kez bir ölüyü, ölüme; konuşarak uğurlamıştım. Ve eve gözyaşlarımı bitirip huzurla dönmüştüm. Hala hatırladığımda iyi bir yerde olduğunu düşünürüm ve kaybımız için üzülmek yerine içimi ilahi bir duygu kaplar. Kendi tercihiyle huzuru bulmak için dünyadan ayrılan, buraya ait olmayan o kırılgan ama güzel ruh.

İşin garip yanı bu aslında bizim dünyamızda da eski bir gelenekti ve işaretler olmasa hatırlamam daha uzun sürecekti. Bazen gelenekleri unutup sadece insan gibi yaşamayı niye bu kadar benimsiyorum hiç bilmiyorum.

Gelelim soruna, orda olmayı ben istemedim hatta herhangi bir tören için de orda değildim. Açıkcası tören yapacak kadar bile değerli görebileceğim bir hali kalmamıştı durumun. Muhtemelen geçmiş enerjilerin birikimi ve evrenin bu töreni gerçekleştirmem için teşviki için tesadüfler sonucu ordaydım. Bilirsin işaretleri her zaman takip ederim, ciddi kararlar almış olsam bile. Bu yolu bir bakımdan unutamama değil de kabullenme olarak düşündüm bir yandan da.

Tören demişken bahsettiğim tören "duyguların cenaze töreni" dilinize çevrilince böyle daha ruhsuz oluyor üzgünüm. Duygular da tıpkı kaybettiğimiz bedenler gibi, eğer kaybettiğimiz duyguların yasını tutmazsak onlarda içimizde birer hastalığa dönüşüyor. Bizler bunu yüzyıllardır biliyoruz gerçi ama artık bilim bile kabulleniyor bunu geç de olsa.

Anlamadım, hissettiğin bir şeyi nasıl öldürebilirsin ki buna hiçbir şeyin gücü yetmez hatta bunu sen söylemiştin bana : "kalp neye ihtiyaç duyuyorsa onu sever"

- Haklısın hissettiğin bir şeyi sen öldüremezsin ama hissettiğin her kimse o öldürebilir.
...

Aşkın en sihirli kısmı nedir aslında biliyor musun ?
Tutku!
Tüm iştahını kabartan, tüm yaratıcılığını, sanatını besleyen, seni diri tutan, hayata aç, aşka muhtaç kılan o yegane, yüce şey...

...


Siren'lerin müzikleri ve güzellikleri ile etkiledikleri denizcileri öldürmelerinin sebebini kimse sorgulamaz. Genellikle tarihte onlardan kötü kalpli cadılar, korkutucu deniz kızları ya da denizde yaşayan fahişeler olarak bahsedilir. Tarih yazıcıların çoğunluğunun erkek olduğu düşünüldüğünde tabiki şaşırtıcı değil bütün bunlar lakin sana gerçek hikayeyi anlatacağım. İster pagan, ister şaman, ister cadı, kötü kalpli deniz kızı ya da fahişe... Bize ne derlerse desinler varoluşun temelinde yatan yegane gücün ve bizi bu derece güçlü kılan şeyin tutku olduğunu bilmelisin. Bizi sevenler ya da yalnızca gerçeği söylediğimiz için bizden nefret edenler, korkup kaçanlar, saklananlar bile bize vazgeçemeyecekleri bir hayranlık duyarlar. Bunun tek sebebi yeryüzünde tutkuyu canlı tutma görevinin bizde olması. Bebeklikten ölüme kadar gözlerimizin içine baktığında göreceğin ve unutamayacağın, etkilenmekten asla kaçamayacağın yegane şey. Sihrimizin gücü, kayıp ruhların evi hem lanetimiz hem hediyemiz.

Ve bir duyguyu öldüren şey tutkuyu besleyemeyen bir kalbe ait olması. Bunun için cadıların bile yapabileceği bir şey yok. İstemeleri, tercih etmeleri, direnmeleri hatta her şeye rağmen sevmeleri bile, hepsi boşa. Tutku ölmeye başladığı an iki ruh arasındaki o büyülü bağ çözülmeye başlar. Tozlar tozlara, küller küllere ve aydınlık karanlığa teslim olur. Ve deniz kızı hayatta kalabilmek için yıllardır yaşadığı koyu terk etmek zorundadır, okyanusa açılmaktan korksa bile.

Ve cenaze töreni için ellerin kalbinde 3 yer seçmelisin. Kaybettiğin ruhun ait olduğunu hissettiği 3 yer. Dolunay'dan iki hafta önce hazırlık töreni gerçekleştirilir, anılar selamlanır, hatırlanır, vedalaşılır ve yanlarından öylece geçip gidilir. Dolunay geldiğinde ise veda vaktidir.

Dur bir dakika. Cadıların veda törenlerinin lanetleme törenleri olduğunu sanıyordum.

- Hem öyle hem değil. Bizim yaptıklarımız büyü değil, karma. Ne ekersen onu biçersin demenin bir şekli. Üstelik bunu biz yapmıyoruz evren kendisi yapıyor. Her neye karşı olursa olsun dünyada yok etmenin her zaman bir cezası, bir kefareti var. Tutkuyu öldüren bir ruhun kendi yaratıcılığını aynı anda öldürmesi bizim büyülerimizin suçu değil. Biz sadece evrene kayıp ruhun için elimizden geleni yaptık diyebiliyoruz. İnsanlar sadece ölümü ciddiye alsa da evren aldıklarından daha çok vericidir aslında ve kendi gibi olmayanları kendi içinde cezalandırır kendi dengesini korumak için. Sana tüm gücü, tüm iyi niyetiyle itaat eden, senden bin kat daha güçlüyken kendini sana karşı savunmasız bırakacak kadar boyun eğen bir ruhun önünde en az onun kadar eğilmeli ki insan karmanın gazabına uğramasın. Çünkü evren için eşitlik, adalet her şey demek uzun ya da kısa vadede de olsa, bu böyle.

Sonuç olarak ellerin kalbinde yapılan veda töreni dolunay gecesi son bulur. Ve tutkuyu öldüren ruh en korkulu rüyalarıyla başbaşa kalır. Muhtemelen yine bizi suçlayacak ama, olsun. Kendi istekleri dışında hiçbir zaman başkasının isteklerini, ihtiyaçlarını, uyarılarını, acılarını düşünmediği için karşılaşacağı en beter acılar, kendini tekrarlayan sözler, paylaşılmadığını bildiği yalnızlıkları, orta yolu bulmak istediğini söyleyip adım atan herkesi geri çevirip hala orta bahçe meyveleri sevdiğini sanan karşı konulmaz iştahı, yaralıyken dahi dönüp bakmadığı orman kuşları, dileklerini gerçekleştirmesi ve ilham aldığı ışığı dışında önemsemediği su perileri...

Suçluyor gibi mi duruyorum.
Yanılıyorsun.
Gerçeği söylüyorum.
Olanı.

Çünkü evren yazılarınla ikna edebileceğin bir sebzeler bütünü değil.
Kırıyor, incitiyor ve dinlemiyorsan, yoluna döşenen tuzaklar bana ait değil.
Kaybolan, ne yana savrulduğunu bilmediğinden içine sinmeyen, kendini tekrarlayan ağıtlarında.


Kızma ama bana karşındaki insan, belki cinsel sağlık sorunları vardır ya da kendini yetersiz görüyordur onda sevmeyeceğini düşündüğü bir şeyler yüzünden, bu kadar karmaşık düşünmeden önce aklına böyle bir şey geldi mi ?

- Hahahaha... Sabahtan beri ben de durmuş sana neler anlatıyorum. Gerçekten olaya bakış açın böyle mi ? Bahsettiğim şeyin bu olduğunu mu düşünüyorsun. Dur bir dakika, umarım o da öyle düşünmüyordur. Düşünüyor mudur yoksa ? Siz insanlar ne garipsiniz, ne garip dertleriniz var. Ayrıca bahsettiğim tutku böyle bir şey değil biliyorsun ama bunca yüzyıl içinde en uzun vaktimi harcadığım ruh bu kadar sığ düşünen bir ruhsa ben de lanetli olduğuma inanacağım evet.


Sana gel diyor hala, ya yanılıyorsan?

- Gel demiyor ki. O onun oyalama yöntemi bu gitmemen için bir nevi. Yanında olmasan da onu düşündüğünü bilmek istiyor ve işaretleri hep kendine yoruyor sen yeni bir ruh üzerinde çalışırken bile bu hep böyleydi. Kendinden bir parça arıyor, bulamazsa seni en zayıf bulduğu yerinden çağırmaya çalışıyor. Bu seni önemsemeyen baban da olabilir, sevdiğin bir kitap da ya da başarısız olup ama aşık olduğun bir iş de. -başarısız demişken ona göre başarısız tabi- Bizim başarı kriterlerimizin insanlarla aynı olmadığını biliyorsun.  Seni önemsediğine inandırıp bir şekilde bağlılığı güçlendirdiğini ya da dirilttiğini sanıyor dönem dönem. Aslında insanlarda bu işe yarıyor yöntemini geliştirememe sebebini anlıyorum. Doğa üstü bir canlı da olsan senden üstün olduğunu ve ona itaat etmen gerektiğini düşünüyor ve içindeki tüm güzellikleri bir bir öldürüyor hem kendi içindekileri hem senin içindekileri.

Garip olan ne biliyor musun ilk zamanlar bunun yalnız benim yolculuğum olduğunu sanmıştım bir nevi amaca ulaşmak için başarılması gereken bir görev. Herkese yardım etmek zorundayım tabiki ama en çok ihtiyacı olan esas sorumluluğumdaki ruhun o olduğunu düşünmüştüm. Tabi bu aynı zamanda beni de değiştirecekti, iyi anlamda. Çünkü sevgi ve tutkunun olduğu yer de yaratım en önce gelendir.
Sonra vazgeçtim, kıramadığım duvarları, dokunamadığım yaraları vardı. Yararımdan çok zararım olacağını düşündüğüm için gitmesine izin verdim. Ama ne o gitti, ne ben. Nasıl aramızda yarattığımız bizi bizden başka kimsenin anlamadığı ortak bir dil yarattıysak, ortak bir sessizliğimiz de oldu. Çoğu zaman karşılıklı kaçsak bile işaretler ikimizinde peşini bırakmadı.

Şimdi ise aramızdaki tüm bağı kaybettim ve bunda hiçbir sorumluluğum olmasa da suçluluk duyuyorum. Çünkü ona tutku öldüğünde sevginin de öldüğünü anlatmak için elimden geleni yaptım. Bir kan emici sadece beslenmek için uzandığı boynu, yönetemediği iştahıyla kanın cazibesine dayanamayarak gerektiği anda bırakmazsa gözlerini açtığında ellerinin arasında ceset bulduğuna şaşırmamalı ve onu suçlamamalı değil mi ?

Üstelik evrenin bana yüklediği tüm görevleri tamamladım ve evren de veda törenim için elinden geleni yaptı, bunun son olduğunun farkında.


Sana inanamıyorum. Sana gel diyor bunun neresi karışık ki bu kadar ?

-Ah küçüğüm! Adım atması gerekenin sen olmadığını bilen biri gelmeni istediği için gel demez sana.
Lütfen iyi düşün bunu.

Peki orta noktası yok mu bunun ?

- Eşitlik her zaman her prensibi yener küçüğüm ama bu durumda eşitlik istenen en son şey, bana inan. Yoksa ne bana, ne sana ait olanın olmadığı bir yerde barış yapmak her kabilenin vazgeçilmez kuralıydı, gerçekten barış isteniyorsa eğer.

Ya verdiğin söz?

-Beni en çok zorlayan şey buydu aslında yalan değil fakat biliyorsun. O büyük sihri, tutkuyu öldürsen bile aranda bağ olan hayatına girmiş herhangi biri ile ömrünün sonuna kadar bir bağın var, bunu inkar edemezsin. Ve eğer istenmeyen taraf isen, zor zamanlarında dahi o talep etmediği sürece onu rahatsız edemezsin. Sana gerçekten ihtiyacı olduğunda gelecektir tabi bu gelecektirden kastım yaktığı ağıtlar değil. Kapını çalan elleri. Ellerin ne kadar önemli olduğunu biliyorsun. Varlığıyla tutkuyu yaratan yokluğuyla da öldüren insanların Tanrı'ya dokunan dalları, bizim ise insanlara sihrimizi kanıtladığımız  nazik ve yumuşak asalarımız. Eller.




Martha, seni tanıyorum fakat belki de esas sorun beklentilerindir, korkutmuştur onu.

- Tanrı aşkına! Cadıların ne denli beklentisi olabilir aciz insanlardan.  Ne sıkıldım şu sözden. Heleki Sartre okurken Hitler gibi davranan köle meraklısı bir ruhun herhangi birini beklentilerle suçlayabilmesi ne büyük komedi.  Sana tutkudan bahsediyorum. Diri tutulması için yapılması gereken evrensel kuralları olan olgudan. Bu benim kuralım ya da beklentim değil. Ne verirsen onu alırsın, ne kadar üzersen o kadar üzülürsün. Üstelik yazıp söyleyebildiği her şeyi gerçek kılabilecek kadar cesareti olan bir şamanla, onu kendisine boyun eğmediği için diri diri yakabileceklerini bildiği kandırılmış romantikler tebaası önünde her hafta yeri geldiğinde öven yeri geldiğinde yerin dibine sokan, oturduğu yerden şöyle ol, böyle ol, bunu yap, şunu yap diyen sözde demokrat bir kraldan bahsediyoruz.  Köpekler için bu şekilde sevme yöntemi başarılı olabilir ama insanlar ve cadılar için ne yazık ki sistem bu şekilde işlemiyor. Köpekler bile böyle sevilmeyi haketmiyorlar üstelik. Köpekler yaradılışları gereği duygusal zeka olarak insanlardan daha gelişmişlerdir de peki köpeğin bile sen üzgünken hissedip yanında oluyorken sen onun üzgün olduğunu anlayabilecek kadar gelişmiş bir duygusal zekaya sahip misin sevgili diktatör ?  Kadınlarla dokunmadan sevişen ama ölürken bile ayrılmak istemediği Blondi'nin de zehirlenmesini emreden sevgili koca yürekli! Hitler ? Öldürdüğün milyonlarca duygu, tutku ve gelecek varken tarihe köpek sever bir imparator olarak geçmekle gurur mu duymak istiyorsun ?

Gurur duy öyleyse.


Martha, çok özür dilerim ben çok üzgünüm.

- Üzgün olma, ben değilim. Hatta bu konuyla ilgili herhangi bir hissimin kaldığından bile emin değilim. Keşke olsa bir kaç siren melodisi daha besteleyebilirdim belki. Ama yok. Eski anılara saygım sonsuz lakin burada işim bitti, isteyerek olmadı, ama bir şekilde bitti. Ve tutkunun ateşini daim kılmak için ulaşmamız gereken o kadar yeni varki...

Şimdi gitmem gerek küçüğüm.
Kalbini karartma.
Balıkçı ile çıtlık ağacı sana sırt çevirse dahi ruhundaki gücü veren yıldızların seninle olduğu sürece deniz ve ormanın kapıları kalbini açan herkese her zaman açık. Ve günün sonunda seni değiştiren olayların yarattığı halin getirecek sana aşkı.
Unutma lütfen, ormandan korkma, denizden korkma, okyanustan da, hepsine sarıl.
Onlar kimseye ait değiller, sen onlara aitsin.

Sevilerek uyanacağın ve sana kendini masallarla değil de sımsıkı sarılarak değerli hissettirecek kalplere sahip olduğun günlerde görüşmek dileğiyle.


Öperim.















Yorumlar